KÖTÜ VE ÇİRKİN YAŞAM YOLUNDA İYİ VE GÜZEL YAŞANMAZ

Yaşam ya özgür olacak, ya hiç olmayacak’ ilkesine bağlılığım, doğuştan ölüme veya sonsuzluğa kadardır. Sevgi ve saygı, estetik ve özgür ahlâkla mümkündür. Bunun merkezine kadını oturtmam doğrudur. Özgürlük eylemiyle doğan özgür kadının ve etrafında gelişen yaşamın en güzelce ve dostça olacağından kuşku duymadım. Komplekse düşmedim. Erkek egemenlikli din ve toplum yerine, kadının en azından eşitliğini gözeten tanrıça ağırlıklı din ve toplum anlayışına büyük anlam verdim. Bunun oluşması için büyük bir kadın özgürlüğü ve aşkının işçiliğini yürüttüm. Hiçbir kadına, dolayısıyla insana mülk gözüyle bakmadım, baktırmadım. Bu yolumda da doğruluğundan, ahlâki ve estetik değerinden hiç taviz vermeden sonsuza kadar yürümem, karakter oluşumumun doğal bir sonucudur. Yanlış yaşam yolunda DOĞRU yaşanmaz. Kötü ve çirkin yaşam yolunda da İYİ ve GÜZEL yaşanmaz. Yaşam için krizler ve savaşlardan da daha ağır bir felaket, hakikat algısından köklü kopuşlara yol açan sanal yaşam kutularına kölece bağlanmadır; çoktan çizilmiş yanlış, çirkin ve kötü yolda yaşamadır. Yaşamın doğruya getirilmesi ve sağlıklı kılınması için devrim dahil çeşitli toplumsal söylem ve eylemlerle mücadele edilir. Bunun için de etik, estetik, felsefi ve bilimsel zihniyet ve irade oluşturulur.

Toplumsal sorun kolektif sorundur. İşte ben bunun için etik ve estetiği önerdim. Kadın ahlâki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve estetik bilimi kadın biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır. Kadının yaşamla bağı erkeğinkine göre çok daha kapsamlıdır. Duygusal zekâ boyutunun gelişkinliği bununla ilgilidir. Dolayısıyla yaşamın güzelleştirilmesi olarak estetik, kadın açısından varoluşsal bir konudur.

Güzellik sosyolojik bir olaydır, en çirkin olanın bile en güzel olması mümkündür. Meseleyi salt bedene indirgemek yanlıştır. Bedeni en güzel kılmaya çalışanları, bunun için estetik yapanları ve kozmetik kullananları izliyoruz. Sözde en güzel hale getirilenlerin bile üç ayda maymuna döndüklerini görüyoruz. Kadının kendi şahsında güzelliğini estetik olarak belirledim. Etik meselesine de gelince, “Ben benim” diyeceksiniz. Kendi kendinizin olacaksınız.

Ahlâkın teorisi olarak etik veya ahlâkiyat, temel felsefi problem olarak varlığı, giderek daha yakıcı hale gelmiş ahlâkı incelemek ve yeniden esas rolüne kavuşturmakla görevlidir. İşlevi doğru ortaya konulması gereken ahlâk temel yaşam ilkesi haline gelene dek önemini yitirmeyen bir sorun olarak toplumdaki yerini koruyacaktır.

Etik açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının ahlâki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranma doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır.

Etik-estetik ilişkisini gül-diken ilişkisi üzerinden de geliştirebiliriz. Gül estetik ise, dikenler de onun etiği, ahlakıdır. Etiği olmayan bir estetik olamayacağı gibi, estetiği olmayan bir etik de söz konusu olamaz. Olursa modernitenin açığa çıkardığı hiçbir etik ve estetik değer taşımayan ucubelikler gibi olur. Etik ve estetiki toplumsal bağlamda ele almak lazım. İyi, güzel, doğru ve ahlaki olanın toplumsal anlamda karşılığı nedir, ne anlama gelir? Siyasal, sosyal, ekonomik ve benzeri tüm alanlarda etik ve estetik olanı Kürt gerçeği temelinde açığa çıkarmaktan, tamamlamaktan söz ediyorum. Yoksa sözünü ettiğim artistik anlamda modernitenin şekillendirdiği bir estetik anlayışı değildir.

Toplumsal hakikatlerin bilim, felsefe ve estetikle açıklanmasını geliştirdikçe daha doğru, iyi ve güzel yaşamanın olanakları da artıyor. Etik, adil ve politik olmayan yaşam toplumsallık açısından yaşanmaması gereken bir yaşamdır. Genelde uygarlık ve özelde kapitalist modernite, oluşturduğu ideolojik baskı ve sömürü tekelleriyle, köleliğin her biçimine bulanmış, bol yalanlı, demagojik ve bireyci yaşamlarla yanlış yaşamayı mümkün kılar ve kabul ettirir. Toplumsal sorun denen gelişmeler de böyle ortaya çıkar.

Bilinebildiği kadarıyla insan toplumu mahlûkat içinde en gelişmiş vicdana sahip biricik varlıktır. Kutsal gelenekte bu husus “İnsan eşref-i mahlûkattır” biçiminde deyimlenir. İnsanın toplum doğası bu özelliğini temelde din, felsefe, sanat ve bilimsel etkinliklerle gerçekleştirir. Vicdanın kendisi kurt-kuzu ikilemini aşma gücünü ifade eder. İnsanın toplumdaki bu konumu eşsizdir. Toplumsal sorunların çözümünde vicdan en büyük silahtır. İnsan bireyini, onun vicdanını mümkün kılan toplumsal varlığıdır, toplumsal vicdandır. Toplumsuz birey düşünülemeyeceği gibi vicdansız toplum da düşünülemez.

Ahlâktaki ‘iyi’-‘kötü’ ayrımı uygar toplumdaki temel sosyal bölünmeyle bağlantılıdır. Bir yönüyle çıkar grupları arasındaki mesafeyi açıklar. Genelde ise ‘iyi ve kötü toplum’ ayrımını ifade eder. Özü toplumculuktur. Topluma bağlılık iyi ahlâkı, toplumdan uzaklık ve onun değerleriyle çelişme ise kötülüğü ifade eder. Toplumsal kuruluş başlangıçtan itibaren ahlaki karakterlidir. Yani toplumu düzenlenleyen kurallara kutsallık atfedilir ve gönüllü temelde bağlanılır. Toplumun ‘ilk anayasası’ ahlâk kurallarıdır. Toplumun özünde ahlâk vardır. Ahlaki temelini yitiren toplum dağılmaktan kurtulamaz. Toplumsal kurallar ise özünde toplumun kimliğine, tanrısal varlığına ve diline bağlı olmayı, sanki tek bir canmışçasına diğer üyelerine bağlılığı ve gerektiğinde onlar için ölümü göze almayı öngörür. Toplumun dışına atılmak zaten ölümle eştir.

Kapitalist modernitenin yarat­tığı dünyaya bakın; yaşam her yönüyle kirletilmiş, insan insan olmaktan çıkartılmış. Kadını sahte, erkeği sahte, tarih ve dinler, kutsal kitaplar iktidar yalanlarının araçları haline getirilmiş. Ahlak, vicdan ve adalet gibi toplumsal değerler başta olmak üzere iğfale uğramayan tek bir de­ğer bırakılmamış. Ben insanım diyen biri böyle bir iha­net zemininde nefes alabilir mi? Dipsiz ve karanlık bir kuyunun dibindeki biri için, kuyudan çıkmak için uzatılan ip ne ise, benim için de gerçek odur. Nasıl ki kuyunun dibindeki insan can havliyle bu ipe sımsıkı sarılıyorsa, biz de gerçeğe öyle sarılmalıyız. Umut dediğiniz şey de budur, gerçeğin yarattığı farkına varma, bilinçlenme ve bunun aydınlanmasında geleceğe yürüme gücüdür. Bunun iradesinin ve eyleminin açığa çıkmasıdır.

Çoğu mutluluk, ekonomik idare, rahat bir yaşam arıyor. Yalnız dünya güzellikleri ile rahat olamazsınız. Kirli ruhlar rahat değiller. Çağın olanaklarından yararlanıyorlar, ama rahat değiller. Rahatlığı emecek bir ruh yok. Çünkü vicdan sorunlarını çözmüş değiller. Çok iddialı olanlar birkaç ipucu yakalayabilirler. Zihniyet ve ruhsal dünyanızda ciddi sorunları yaşıyorsunuz. Büyük bir vicdan, ahlak ve kültür devrimine ihtiyacınız var. Acıları ve sevgileri doğru temelde anlamanız için büyük bir vicdan devrimine ihtiyacınız var. Bu coğrafyada kan kültüründen sevgi kültürüne nasıl geçiş yapılır? Ayrılıkçılığın, aşiret, kabile ve milliyetçilik zevkinin doğurduğu vicdan sorunları nasıl aşılır? Filistin’de de yaşanan budur. Ortadoğu Rönesansı ile biz bunu açmaya çalıştık. Mezopotamya kültüründe bu mümkündür. Eskiler 40 yıl çile çekmek derler. Benim 40-50 yıllık yaşamım çile çekmedir. Bunu sizin hissetmeniz çok zor. Bana acı veriyor. İnsanın vicdan ve yürek devrimi olmazsa güçlü olmayacaktır. Vicdan devrimini doğru anlamadan, güçlü politika yapamazsınız.

Özgür bir insan olmak için sürekli bir gelişmenin sahibi olmak gerekiyor. Anın devrimcisi olmak önemlidir. Bu anlamıyla kendini aşamayanın gençleşmesi mümkün değil. Üretmeyenin, bir ürün ortaya çıkarmakta uzak kalanın, ilerleme kaydetmeyenin beyni keçeleşiyor, giderek donup kalıyor ve zamanla çürümeye yüz tutuyor. Yani gelişme kaydetmeyen hızlı yaşlanıyor. Ben planlı yaşıyorum. Her dakikamı, her saniyemi değerlendiriyorum. Yirmi dört saat beynimi çalışır halde tutuyorum. Siz ise yirmi dört saatte bir düşünüyorsunuz. Yani zaman tasfiyesi yaşıyorsunuz. Devrimci zamanı çoğaltmasını bilmediğiniz için gelişemiyorsunuz. Bunun adı kocamadır.

İnsanın kendisini sürekli yaşama hazırlaması lazım. Aynı kalınarak yaşanmaz. Ben böyle yaşamadım. Bu biçimde yaşanmaz, yaşanmayacak. Yaşlılık ve gençlik de sosyolojik bir olaydır. On altı yaşında kocamak mümkünken, yetmiş yaşında çok genç kalmak olasıdır. Sürekli değişim halinde olanların genç kaldıklarını, genç yaşadıklarını yaşayarak görüyoruz. Hep yeni kalmak ise her koşul altında mutlaka gerçeğe bağlı olarak hareket etmek ve gerçeğe müdahale edebilmenin koşullarını yaratabilmek demektir. Ben yaş olarak hepinizden ileriyim, ama sosyolojik olarak hepinizden çok gencim. Gerçekten de kendimi çok dinamik hissediyorum. Çünkü her daim amaçlı, hedefli yaşıyorum. Bütün hesaplarım eşit, özgür ve paylaşımcı bir topluma çıkar. Her halükarda nicel birikimleri ve nitel patlamaları ya da değişim ve dönüşüm anlarını düşünerek yürüyorum.Belirttiğim gibi gençlik ve yaşlılık fiziksel zamanın uzunluk ve kısalığıyla bağlantılı değil. Kapitalist tekellerin yaşam tarzına karşı alternatif yaşam geliştiremeyenler, sistemin ideolojik saldırısına açık olanlar çok çabuk çürüyor ve düşünceleri erkenden yaşlanıyor.

Genelde modernite, özelde demokratik modernite tartışmaları hakikat algımızı yeniden geliştirebilir. Yanlış, çirkin ve kötü yollarda heba olan yaşamlardan kopup doğru, güzel ve iyi yaşam yollarına yönelebiliriz. Bunun için demokratik modernitenin zihniyet devrimiyle, toplumsallaşan felsefe, sanat ve bilim yoluyla hakikat algımızı güçlendirip doğru, iyi ve güzel yaşamı gerçekleştirebiliriz.

Zerdüştlüğün üç ilkesi var; doğru düşün, güzel söyle, sağlam yap. Doğru düşün, bilime, ikincisi, sanata, üçüncüsü, ahlaka vurgu yapıyor. Bu üç ilke güncelleştirilerek güzel bir ahlaka ulaşılabilir.

BİLİMİN ETİKTEN YOKSUN GELİŞMESİ, ÇAĞDAŞ HASTALIKLARIN TEMELİDİR

Günümüzün bilim ve tekniğine dayalı sömürü ve baskı düzenlerinin devasa boyutlara ulaşmasının en temel nedeni, şüphesiz işkenceli yöntemden ziyade, esasta bilimin yapılış ve kullanılış tarzıyla bağlantılıdır. Bilim ve bilimin temsilcileri bu durumdan kesinlikle sorumludur. Bunların Sümer rahiplerinin Sümer devleti ve uygarlığından sorumlu olmaktan daha fazla sorumlu tutulmaları büyük önem taşımaktadır. Çağımızda başta iki dünya savaşı olmak üzere tüm savaşlarda, yoksulluk, çevre kirliliği, cinsler arası eşitsizlik, nükleer dehşet dengesi, nüfus fazlalığı, teknoloji çıldırması gibi konular esas olmak üzere, ortaya çıkan ağır sorunlarda bilim yapma tarzı ve temsilciliğinin sorumluluğu politikacı ve askeri komutanlardan daha az değil, daha fazladır. Bu gidişata bilim rahipleri geçit vermişlerdir. Günümüze doğru üniversiteler, Sümer ve Ortaçağların tapınaklarından daha az olmayan, tutucu ve bencil anlamda çağa karşı büyük sorumsuzluk içine düşmüşlerdir. Bol bol ilkçağları ve ortaçağları suçlayıp kendini vaftiz etmek, hem de bunu ‘bilimsel yöntem’ suyuyla gerçekleştirmek, herhalde fazla temizleyici ve arındırıcı bir değere sahip değildir. Bu bir abartma değildir. Tüm kıyaslamalar, 20. yüzyılın insanda gerçekleştirdiği imha, işkence, açlık ve hastalıkların diğer tüm yüzyılların toplamından fazla olduğunu göstermektedir. Bununla şu kanıtlanıyor: Eğer gerçekten tarih ve toplum karşısında sorumluluk duyuluyorsa, çağımızın temel paradigmaları, dayandıkları yöntemler, ortaya serdikleri eserler, bilim tarzını ve özellikle uygulanmasını köklü bir özeleştiriden geçirilmek zorundadır. Bu görev başarıyla yerine getirilmedikçe, hiçbir rahip veya büyücü sınıfın kötülüklerinden daha az bir kötülüğe yol açmadıkları suçlama ve yargılamasından kurtulamayacaklardır.

Bunun için en başta yapılması gereken şey, tarihsel ve toplumsal yaklaşımın doğrultulması ve temel derslerine, etik, ahlâki sonuçlarına mutlaka bağlı kalınmasıdır. Aksi halde kontrolden çıkan bir büyü ve sapkın tarikat, bir Çernobil’den ve Hiroşima’dan daha yıkıcı ve acı veren durumda olmadığı gibi, bir büyücü ve din adamı da bir bilim adamından daha tehlikeli değildir.

Bilimci softalığından ciddi kuşkularım var. Kendimi yanlış anlamamanızı dileyerek belirteyim ki, üslubum biraz peygamberce veya bilgecedir. Şunu demek istiyorum: Mitolojik, felsefi, dini, bilimsel ve estetik-ahlaki realiteyi iç içe vermeyi daha insancıl buluyorum. Çağımız bilimi korkunç ölçüde kadavrasaldır. Sınırsız parçalayarak incelemeyi ahlaken de tehlikeli buluyorum. Bana göre insanlığın kuruluş geleneği sonuna kadar belirleyici olmak durumundadır. Bu yüzden totemik, mitolojik anlatımı küçümseyemeyiz, küçümsersek kökünden koparılmış insanı kabul etmiş oluruz.Bu tehlikelidir. Kutsal Kitabın –Kur’an da dahil– insanlık öyküsü günümüz bilimince rahatlıkla çürütülebilir. Fakat ondaki asla saygısızlık edilmemesi gereken yanı, geleneğe iman derecesinde değer vermesidir. Gelenekten şunu anlıyorum: Evrensel oluşumun insanlaşmasına ve oradan günümüze kadar yaşanan her şey aynı zamanda KAOS aralığına, yani özgürleşme, yaratıcılık olgusuna da inanıyorum. Yani geleneği değiştirebiliriz. Tanrısallığın özü de budur. Bu tanrısallığın yaratıcı insan olduğu açıktır. Toplumsal anlamda bu sözcüğü kullanıyorum.

Şunu demek istiyorum: Tahribe yol açan ve acı veren her gelişmenin arkasında moral değerden çoktan kopmuş, neye ve kime hizmet ettiğini sorgulamaksızın kabul eden bilim adamının masasında gerçekleşen bir plan ve program vardır. Bunun da arkasında büyük yanlışlıklar, ölçüsüzlükler ve adaletsizlikler yatan sakat bir tarih ve toplum anlayışı bulunmaktadır. Bilim bu büyük sorunları çözmeden, bu ağır suçlamadan ve eleştiriden kurtulamayacaktır. Çünkü varolan gerçeklik haklı eleştirinin ta kendisidir.

Bilim ve tekniğin etik ve ahlâktan çok önde gitmesi, aslında en tehlikeli gelişmelerin zihniyet yapısını yaratmaktadır. Ahlâki kaygı taşımayan bilim, siyaset ve ekonomiyle ilkesiz ittifak edince; birinci ve ikinci dünya savaşları, çok sayıda anlamsız bölge savaşı, atom bombasını kullanma, nükleer dehşet dengesine yol açma, çevreyi yaşanmaz duruma getirme, tehlikeli nüfus artışları gibi her birisi tek başına insanlığı uçuruma götürebilecek sonuçlara yol açabilmiştir. Daha nerede durulacağı da kestirilememektedir. Şüphesiz mitolojik ve dinsel temelli ahlâkın yol açtığı vahim durumlar da bilinmektedir. Ahlâkın kendi başına bir güç teşkil etmediği, genel toplum davranışı olarak rol oynadığı açıktır. Ama yine de boş bırakılması, bilim çağının en büyük eksikliğidir. Kesinlikle bilim etiğine ihtiyaç vardır. Bilimin etikten yoksun gelişmesi, çağdaş hastalıkların temelidir. Dinin zayıflaması bu süreci daha da tehlikeli kılmıştır. Bilimin özenle kendi ahlâkını, hatta en yüce otorite olarak devletlerin bile üstünde bir güç ve konum ifade eden bilim ahlâkı örgütünü kurup işletmesi gerekir. Sivil toplum gerçeği bu noksanlığın itirafı olup son derece yetersizdir. Sivil toplumun daha da geliştirilmesi zorunlu olmakla birlikte, bilim ahlâkının oluşturulması ve uygulama gücü olan bir otoriteye kavuşturulması, çağımızdaki BM’den de önemli bir kurumu olarak değerlendirilmelidir. Gerçek insanlık ve enternasyonalizm böylesi kurumların gücüyle anlam bulur.

Devletlerin ve dayandıkları tüm kurumların amansız ekonomik ve siyasal çıkarlarının mevcut halleriyle insanlığı daha da uçuruma taşımaları kaçınılmazdır. Günümüzün aşırı ekonomik ve siyasal hesaplı yaklaşımları etik, ahlâk kaygılarını tamamen göz ardı edebilecek bir noktaya kadar taşırmaktadır. Siyaset öngörü ve derinlik sanatıdır. Ustalık gerektirir. Ustalık gösteremeyecekseniz bu işe hiç girmeyin derim. Ama giriyorsunuz. O zaman muazzam dikkat ve duyarlılık göstereceksiniz. Mesele etik-estetikten açılıp toplumsallığa uzanınca, kabul edeceğiniz üzere siyasetle ilişkisini kurmadan yola devam etmek neredeyse mümkün olmuyor. Etik ve estetik siyasal bilinçle ilişkilidir; siyaset yapma ahlakı temelinde güzel, iyi, doğru ve özgür olanı açığa çıkarmaktır. Bu öyle sandığınız gibi kolay ve kendiliğinden gelişmiyor. Mesela birçoğunuz siyaset yaptığınızı sanıyorsunuz. Ama ne kadar gerçek bir Kürt olduğunuzu kendinize sormuş bile değilsiniz. Kürt gerçeğini bilmeyen, kavramayan ve yaşamayan biri Kürtler için ne kadar siyaset yapabilir? Basit gibi görünse de bunlar can alıcı sorulardır. Kürt tarihini, Kürt sosyolojisini ve Kürt’ün güncel gerçeğini bilmeden siyaset yapma iddiasında bulunanlar ancak bugün siyaset sahnesindeki çaresiz figüranlar gibi olabilirler. Bu bir yerde sizin de çaresizliğiniz ve çözümsüzlüğünüz oluyor. Bunu iyi bileceksiniz. siyaseti anı anına yaşayanlar her gün kendilerine yüzlerce soru sorar ve yüzlerce cevap geliştirirler. Bir saniye bile kendilerini düşünmez, zamanı asla boşa harcamazlar.

Braidwood, “Dünyanın hiçbir yerinde yaşam Toros-Zagros dağ silsilelerinin kavisli eteklerindeki yaşam kadar anlamlı olamaz” der. Çok uzak bir kültürde yetişmiş olan bu insana acaba ne tür hisler bu sözü söylettirdi? Uygarlığı iyi tanıyan bir arkeolog ve tarihçi olarak, neden en anlamlı yaşamı bu kültürel sahada görüyor? Hâlbuki buraların bugünkü yaşayanları Avrupa’daki en düşük bir ücret için bile kırk takla atıp vebadan kaçar gibi bu topraklardan kaçmak istiyorlar. Hiçbir kutsalları ve estetik değerleri kalmamış, bu değerler bir daha elde edilemeyecekmiş gibi göçü kader olarak karşılıyorlar.

Sosyal bilim olarak felsefe tıpkı doğuş sürecindeki gibi bir rolü günümüzde de oynamak durumundadır. İktidarlaşmış bilime karşı felsefeye dönüş özgür toplumun çıkış ilkesidir. Felsefeye dayanmayan bir demokrasinin kolayca yozlaşacağı ve demagogların elinde halkları yönetmenin en soysuz bir aracı olacağı tarihte ve günümüzde sayısız örnekleriyle kendini göstermiştir. Bunu önlemenin yolu bir yanı etik, bir yanı bilim olan ve ayrılmaz bir bütün olan gelenekle politik mücadeleyi yürütmektir. Sistemin krizinden bu sorumlulukla daha özgür ve eşitliğe dayalı bir yaşam yürüyüşünü, onun dünyasını yaratabiliriz.

Açık ki başarılı bir zihniyet aydınlanması tarihin özlü genel kavrayışı kadar, çağdaş bilim ve felsefenin ufkunu yakalamayı da önkoşul sayar. Batı bilim ve felsefesini özümsemeden, tarihle buluşturup sentez oluşturma imkânı yoktur. Bu iş öyle İslamcılıkla, Budacılıkla yürüyecek bir iş değildir. Savunmamda taslak niteliğinde de olsa Batı zihniyeti ile körce olmayan bir çatışma vardır. Çok özlü ve dürüst ulaşmaya çalışıyorum. Benim için Batı zihniyeti ile tatmin olmak mümkün görünmemektedir. Çok büyük moral zaafları var. Ama olağanüstü bilimsel bilgi derinliği var. En kıskandığım taraf bunu başarma yetenekleridir. Bu yüzden saygı duyuyorum. Bununla birlikte çok büyük bir hastalığın veya noksanlığın bu alandan kaynaklandığına eminim. Moral, etik olarak çağdaş bir rahip olmaktan öte bir değerleri olmadığı kanısındayım. Bu zaaflarını giderebileceklerini sanmıyorum. Doğayı ve toplumu adeta yercesine bu kadar amansız yaklaşmak ürküntü veriyor. Bilmek kadar bir etik değeri de yaratmalıydılar. Sistemi etiksiz bırakmak nasıl vicdanlarına, aydın zihinlerine sığdı? Kim, ne onları etkisiz kıldı? Belki de çoktan iktidar onları satın almıştır. Bilim sınıfı, işçilerden daha kötü patronajdır, bağımlıdır. Umutsuzluğumun nedeni budur. Halbuki Rönesans’ta ne yaman direnişçiydiler. Giordano Bruno’yu ne kadar güncelleştirebiliriz? Yine Sokrates’i seslendirebilir miyiz? Hiç kimse bu büyük zihniyetlerin yitik olduğunu iddia edemez. Etmemesi ve yaşatılması gerekir. Mevlana, Hallacı Mansur, Mani, Sühreverdi gibilerinin de canlandırılması gerekir. Peygambercenin ruhunu, özünü de çağdaşlaştırmak gerekir. Onların bir anlamda ölmediklerini bilerek ve gerçek temsillerini yaparak yaşamak gerekir. Bu halkalar gerekli güncel zihniyete bizi yakınlaştırabilir. Çağımızın soy değerlerini ayırt edebilirim. Fakat kötü yenilenleri canlandırmak pek yaratıcı etki bırakmayacaktır.

Açıklamaya çalıştığım şey, yöntemin mutlaka toplumsal doğaya, özellikle bu doğanın temel varoluş hali olan, öyle olduğuna inandığım ve emin olduğum ahlâki ve politik topluma dayanması gerektiğidir. Ahlâki ve politik toplumla bağlantısı olmayan tüm düşünce ekolleri ile bilim, felsefe ve sanat akımlarının sakat doğduklarını ve er ya da geç sakıncalara yol açacaklarını belirtmeye çalışıyorum. Bağlı kalınması gereken tüm yöntemlerin ve bilgi, etik ve estetik ürünlerinin mutlaka ahlâki ve politik toplumu esas almalarını ilk koşul olarak belirliyorum. Bu ilk koşul dışında oluşan tüm yöntem, bilgi, etik ve estetiğin güvenilmez ve sakat olduğuna, yanlışlıklarla yüklü, çirkin ve kötülüklerle dolu olacağına dikkatleri çekmek istiyorum. Bu hususların sadece şahsi kanı ve düşüncelerim olmadığını, hakikat yolunda temel norm değerinde olduklarını ısrarla açıklıyorum.

SANAT İNSANIN ESTETİK OLABİLME İHTİYACINI GİDERİR

Yaşamı estetize etme daha da güzelleştirme sanatın görevidir. Sanatla insan kendine has bir evren yaratmaktadır. Toplum ancak ses, resim, mimari gibi temel alanlardaki yaratımlarla sürdürülmektedir. Müziksiz, edebiyatsız, mimarisiz toplum düşünülebilir mi? Tüm bu alanlardaki yaratımlar metafizik anlamındadır. Bu yaratımlar toplumun sürdürülmesinin vazgeçilmezleridir. Sanat tam bir metafizik kurgulama olarak insanın estetik olabilme ihtiyacını gidermektedir. İnsan nasıl iyi-kötü seçimiyle ahlâkî davranışına anlam biçiyorsa, güzel-çirkin yargısıyla da sanatsal davranışına anlam biçmektedir.

Edebiyat ve sanat can verir. Birleşmemiz bu tür şeylerle olur. Edebiyat ve sanat hiç küçümsenmeye gelmez. Barış ve kardeşlik için köprü olur. Acıyı azaltmanın bir aracıdır.

Sanat demokrasinin önünü açar” deniliyor. Bu doğrudur. Siyaset gerginliğe dayanır, ama sanat birleştirir, kardeşliği geliştirir. Sanatın demokrasinin gelişiminde işlevini görmesi gerekiyor.

Demokratik faaliyet ve sanat faaliyetleri kutsal işlerdir. Şimdi devrimci esaslar üzerinde ve çok ciddi olmalıdır. Sanat ve kültür savaşçısı olmalıdırlar. Bu dil, peygamberlerin de dilidir.

Binlerce yıllık çirkini, ayıbı yıktık; yiğitliği, sabrı, cesareti ortaya çıkardık. Bu beni sevindiriyor bunun onurunu taşıyorum.

Toplumda spor ve sanat da işlevleri açısından artık ulus-devletin hizmetinde toplumla savaşın etkili ajan kurumlarına dönüştürülmüştür. Özellikle popüler kültür ve spor programları bu amaçla genişçe kullanılmaktadır. Seks, spor ve sanat alanlarının bilinçli olarak küresel sermaye tarafından içi boşaltılarak en etkin toplumsal ajan kurumlara dönüştürülmeleri, son dönemin topluma karşı en etkili savaş hareketleri olmalarına yol açmıştır. Bu değerlendirmeyi sunarken, şüphesiz kendi öz varlıkları itibariyle cinsel, sportif ve sanatsal etkinliği mahkûm etmiyoruz. Tersine, toplumun esenliği için büyük bir etik değer temelinde bu alanların toplumun hizmetinde değerlendirilmeleri demokratik uygarlığın temel görevlerindendir.

Sanat, estetik yönünüzü geliştirin. Üsluplarınız tırmalayıcı, diken gibi batıcı, bu üslupla yaşanılamaz. Şiir gibi olun. Anlayış, güzellik ve iyilikle sonuç almak benim tarzımdır. Sözle, halkın iradesiyle, anlayışla halletmeye çalışıyoruz. Bir üslubunuz olmalı; akışkan, çözümleyici dinlendirici, anlatım değeri yüksek; hal hareketiniz çözümleyici olacak. Burjuva, sosyete bunu hep kendine mal etmiştir. Proletarya ve halka da şunu bırakmış; en çirkin davranışları, hamalvari davranışları; estetik yok, arzı endam yok, üslup yok. Neden? Sosyete veya egemenler bunu yapar. Çünkü “her şey bizim için” derler, alttakiler hiçbir şey! Kendimize ait olan biçimlenişi geliştirmek zorundayız.

Devrimci mücadelenin daha anlamlı, daha güzel olması ve gelişmesi sanattan epey güç alacaktır. Sadece ona kaynaklık teşkil etmeyecek, ondan güç alması da oldukça önem kazanacaktır. Dolayısıyla hareketimizin yol açtığı alt-üst oluşları, bir de bu cephede, sanat cephesinde, edebiyat cephesinde gerçek anlatım ifadelerine kavuşturmak ertelenemez bir görevdir. Büyük yaşamayanlar sanat üretemiyorlar. Sanatın, yeni yaşamın yüceliğini ve seçkin örneğini, güzelliğin kişiliğini temsil edebilirler; namusu ve şerefi temsil edebilirler. Özgür yaşam nasıl bir yaşamdır, kişilikleri ve karakterleri hangi ahlaki-politik özellikler taşırlar, neyi yayar neyi yaşamazlar, tüm bunları bütünlük içinde ve yaratıcı tarzda ele alan romanlara ihtiyacımız var. zaten diğer devrim örneklerinde de bu böyle gelişmemiş midir? Hayal ettikleri özgürlüğü önce romanlara konu etmişlerdir. Maalesef bu bizde henüz gelişebilmiş değil. İşte yine her şey gelip duygu halinize dayanıyor. Her şey uğruna ölüyor, öldürülüyorsunuz. Ama özgür yaşam dediğiniz yaşamı nasıl yaşayacağınızı hayal bile edemiyorsunuz. Bu halinizle ne kadar bizim sanat ve edebiyatımızı yapabilirsiniz? Yaptığım çözümlemeler gerçek bir romancı için aslında muazzam bir kaynak niteliğindedir. Kahramanından hainine, oportunistinden aristokratına, oradan görülmemiş trajedilere kadar yaşanmış onlarca kişilik ve olay var. Hanginiz bunları değerlendirebildiniz? Hikayeleri, anıları bolca yapılıyor, resimleri çekiliyor, fotoğrafları yapılıyor, yayınlanıyor. Ama daha büyük ilişki düzenleri ilişki özlemleri tasarımlar hayaller nerede kaldı? Devrim aynı zamanda büyük bir hayali de ifade eder. Hayali ufku ne kadar genişse, devrim o kadar gelişir. Ama bu tam bir hayal midir? Değil, onun bir toplumsal gerçekliği var. Kaldı ki bizim hazırladığımız taslakta da hem hayal hem uç verme noktaları oluşmuştur.

Kürdistan’da sevgide katledilmiştir. Ki birçok sömürgeci ağızda “vahşi Kürt, sevgi ortamı yoktur, sevilme sevme diye bir şey yoktur, bilmezler bunun için sevme sanatı da yoktur” ve bu gerçekten böyledir. Sömürgecilik bu konuda da aynı zamanda katliam rolünü oynamıştır. Dolayısıyla devrimci eylemimizin bir sevgi eylemi olduğu anlatılmaya çalışılmıştır. Sevgi yolu sevgi tarzı devrimle birlikte ele alınıyor, objektif temel konuluyor. Ve sevgi saygının nasıl gelişebileceği nelere bağlı olarak ilerleyebileceği konuluyor. Özgür temeller burada büyük anlam ifade ediyor. Bu konuda yine estetik devreye giriyor. Fiziki, ruhi ve bilinçli olmanın estetikle bağlantısı kuruluyor ve bunların insanı güzelleştirebileceği konuluyor. Bir anlamda bizim savaş gerçeğimizin yeniden yaparken sevginin yolunu açacağı güçlü savaştıranın, güçlü savaşmanın güçlü bir sevme ilişkisine derin, kapsamlı, sevgi sonucuna yol açabileceği vurgulanmıştır. Başlangıçtaki ucuz duyguların, sevgilerin savaşa güç vermediği veya bundan alıkonulması halinde gericileşeceği hatta her türlü böyle tasfiyeciliğe kadar götürebileceği ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ve bu yaklaşımların oldukça büyük değeri olduğu Kürdistan’da da çok önemli sonuçlara yol açtığı kadının büyük çıkışına ailenin eski tarzdaki yapısının çözülüşüne erkeğin eski zihniyetinin yıkılışına kadının yine eski köleci yaklaşımının yıkılışına yol açmıştır. Ve bu önemli bir devrimsel gelişme oluyor, yaşadığımız devrimsel gelişme oluyor, yaşadığımız devrimle. Bir de bu yönüyle bu da tam bir sanat yönü aslında. Romanın en çok işleyecek yönü budur. Roman aslında fiilen yaşanmıştır. Önemli oranda ipuçlarıyla yaşanmıştır. Onun tamamlanması tasarım gücü daha da hayallerle daha da tutkularla daha da irade azimle, estetikle beslenecek yönü de diyoruz ki geliştirilmeye değerdir.

Bir müzik eserini bile dinlerken Kürd’ün tarihine ait bir şeyi öğreniyorsun. Onun hakikatine varıyorsun. O an o parça bile o kadar etkileyici ve öğretici oluyor ki kendi hakikatinin farkına varıyorsun. Hakikate sadece bilimle ulaşılmaz, sanatla, müzikle de hakikate ulaşabilirsin. Bir Ezidi’nin (Derwêşê Evdê) hikâyesi bile seni kendi hakikatinle, kimliğinle buluşturabiliyor. Aram’ın söylediği ve benim en çok sevdiğim türkünün kaynağını buldum. MÖ. 2000 yıl öncesi Sümerlerden geliyor. O sanat anadan geliyormuş. Bizimkiler kültürle uğraşıyorlar, ama tarihle bağlarını kuramıyorlar. Keşke inceleyebilselerdi. O türkünün beni bu kadar niye etkilediğini şimdi burada daha iyi anladım. 4000 yıl önce o sanat oradan geliyor. Ortadoğu’nun bir motifidir. Aram, Ortadoğu’nun bülbülüydü. Kürtçe, Ermenice, Süryanice, Arapça vb.  Çok sayıda dillerden söylüyordu. Aram aynı zamanda şahsi bir ozanımdı. İlk  Ankara’dayken radyodan sesini duydum. Aram Tigran’i Ankara’da ilk dinlediğimde ‘Bu ses ölmemeli, hep özgür kalmalı” demiştim. Sonra kendisiyle de tanıştım. Benim öyle tanımlamalarım sık sık oldu. Benim Aram’la ilgili çok derin değerlendirmelerim oldu. Böyle bir güzellik bir sesten yansıyabilir, bir kadından da yansıyabilir, başka bir şeyden de. Güzellik sanata ait şeylerdir. Aram’ın sesi davudi bir sesti, dingin bir sesti. O ses, beni Kürdistan’a götürdü. Bu sesler ölmez. Aram için öldü diyemem. Aram için şehit diyorum, ölümsüzleşti. Çünkü mücadeleyi çok yoğun olarak yaşıyordu. Heyecanlıydı. Bu nedenle ona büyük şehit diyorum. Benim için Aram ölmemiştir, bu ses ölmez. Onurlu ve mücadeleci bir yaşamı vardı.  Diğer sanatçılara söyleyin, anısını bol bol yaşatsınlar.

Kadınlara da özel olarak şunu söylüyorum; erkekler en iyi koca, en aşık olsa bile, sana asla izin vermez. Mani ile ilgili daha önce söz ettiğim şiiri okusunlar, değerlendirsinler. Yeni sanat yapıtları oluştursunlar. Oyunlaştırsınlar. Ondan bence elli sayfalık bir oyun çıkabilir. Orda şöyle bir cümle var, olduğu gibi söylüyorum;

Yazdın yazdın okumadılar,

sen söyledin

onlar başka türlü anladılar,

onlar bu dünyada

başka türlü bir yaşam yaşadılar.

Burada ben kendimi buluyorum. Bu cümleleri de herkese ithaf ediyorum.

Kadın ve acı , kadın ve adalet, kadın ve özgürlük, kadın ve sanat, kadın ve güzellik konularında araştırmalar yapılmalı, kitaplaştırılmalı. Toplum sözleşmesi demiştim sanırım onu yapmışlar, kitaplaştırmışlar. Güzel olan, cesur olan, iradeli olan kadın dünyayı fetheder.

DOĞRU YAŞAM ANCAK GÜZELLİKLERİ FETHEDEN KADINLA OLUR

Bana göre kadın-erkek ilişkisi, birlikteliği, adeta bir sanat gibi olmalıdır. Böyle olursa anlamlı olabilir.

Kadın-erkek ilişkisini savunmalarımda özlü bir cümle ile ifade etmiştim; “zorba ve kurnaz erkek” demiştim. Bunun üzerine bir sistem kurulmuştur. Hegel, efendi-köle ilişkisi demişti. Sistemini bu iki kavramdan yola çıkarak inşa etti. Ben ise ‘güçlü-zorba ve kurnaz erkek’ cümlesinin çözümlenmesi üzerine sistemimi kurdum. Bu konuda Hegel ile aramızda bir benzerlikten ziyade bir paralellik var ama aynı değil. Hegel erkek akıl ve iktidar kavramı üzerinden yola çıkıyor. Ben ise demos’tan, kadın-erkek ilişkisini çözümleyerek yola çıkıyorum. Avukatlarımdan birisi ‘Görüşleriniz Hegel’in fenomenolojisine benziyor’ demişti. Tin’in Aklı’nda da var. Hegel’in fenomenolojisini okudum. İlginç, benzerlikten ziyade bir paralellik var ama aynı değil. Hegel, köle-efendi çelişkisinden yola çıkarak bugünkü yurttaş, ulus-devlet sistemine ulaşıyor. Ulus-devletin onun yurttaşlık kavramının bugün ne halde olduğunu görüyoruz. Nietzsche bunu önceden görmüştü, ulus-devlet, yurttaş-devlet tıkanıklığını üstün-insan ve irade kavramıyla Hegel’i eleştirip onu tamamlıyor. Zerdüşt Böyle Buyurdu kitabı bu konuyu ele alıyor. Nietzsche’nin üstün-insanı faşizmin yarattığı insan tipi değildir. Nietzsche’nin üstün insanı daha çok sanata, felsefeye, ahlaka dayandırıyor. Bu dönemde Almanya’da felsefe çok canlıdır. Hegel’in yarattığı zihinsel hegemonya ve Nietzsche’nin yarattığı irade kavramı ile Batı kendi sisteminin araçlarına kavuştu. Doğu da kendi zihin ve devrimini yapması gerekir. Batı’nın sisteminin güçlü olmasının sebebi de zihinsel ve teknolojik devrimlerini yapmış olmalarıdır.

Zorba ve sömürgen erkek eli ve aklıyla kadın yaşamına binlerce yıldan beri yedirilen köleliğin düzeyini tüm içerik ve biçimleriyle kavramak gerçekler sosyolojisinin ilk adımı olmalıydı. Çünkü bu alandaki kölelik ve sömürü biçimlenişleri tüm toplumsal kölelik ve sömürü biçimlerinin prototipidir. Bunun tersi de geçerlidir. Kadın yaşamına içerilmiş köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesi ve bu mücadelenin kazanım düzeyi, tüm toplumsal alanlardaki köleliğe ve sömürüye karşı özgürlük ve eşitlik mücadelesinin temelidir. Uygarlık tarihinde ve kapitalist modernitede yürütülen özgürlük ve eşitlik mücadelesinin doğru temelde gelişememesinin ve güçlü bir başarıya yol açamamasının temel nedeni de kadına yaşamda içerilmiş ve biçimlendirilmiş kölelik ve sömürü kurumları ve zihniyetlerinin yeterince kavranamaması ve bunlara yönelik mücadelenin temel alınamamasıdır. Balık baştan kokar derler. Temel doğru ve sağlam olmayınca, kurulacak bina ufak bir sarsıntıda yıkılmaktan kurtulamaz. Tarihte ve günümüzde yaşanan gerçeklik de bunun sayısız örnekleriyle doludur.

Dolayısıyla toplumsal sorunları çözmeye çalışırken kadın olgusu üzerinde yoğunlaşmak, eşitlik ve özgürlük çabalarını kadın gerçekliğine dayandırmak, hem temel araştırma yöntemi hem de tutarlı bilimsel, ahlâki ve estetik çabaların temeli olmak durumundadır. Kadın gerçeğinden yoksun bir araştırma yöntemi, kadını merkezine almayan bir eşitlik ve özgürlük mücadelesi hakikate erişemez, eşitlik ve özgürlüğü sağlayamaz.

Kadını sosyal ilişki yoğunluğu olarak incelemek sadece anlamlı değildir, aynı zamanda toplumsal kördüğümleri çözümlemek ve aşmak açısından da büyük önem taşır. Erkek egemen bakış bağışıklık kazandığı için, kadına ilişkin körlüğü kırmak bir nevi atomu parçalamak gibidir. Bu körlüğü kırmak büyük entelektüel çaba harcamayı ve egemen erkekliği yıkmayı gerektirir. Kadın cephesinde ise neredeyse varoluş tarzı haline getirilen ve aslında toplumsal olarak inşa edilmiş kadını da çözmek ve o denli yıkmak gerekir. Tüm özgürlük ve eşitlik mücadelelerinin, demokratik, ahlâki, politik ve sınıfsal mücadelelerin başarı veya başarısızlıklarında yaşanan ütopya, program ve ilkelerin hayata geçirilemeyişiyle oluşan hayal kırıklıkları, kadın ile erkek arasındaki kırılmayan egemen (iktidarlı) ilişki biçiminin izlerini taşır. Tüm eşitsizlikleri, kölelikleri, despotlukları, faşizmi ve militarizmi besleyen ilişkiler ana kaynağını bu ilişki biçiminden alır. Eşitlik, özgürlük, demokrasi, sosyalizm gibi adı çokça geçen sözcüklere hayal kırıklığı yaratmayacak geçerlilikler yüklemek istiyorsak, kadın etrafında örülen ve toplum-doğa ilişkisi kadar eski olan ilişkiler ağını çözmek ve parçalamak zorundayız. Bunun dışında gerçek özgürlüğe, eşitliğe (farklılıklara uygun), demokrasiye ve ikiyüzlü olmayan bir ahlâka gidecek başka bir yol yoktur.

Kadın özgürlüğü çok büyük mücadeleyi göze almaktır. Kadınla önce düşünmenin, nerede, ne zaman, ne kadar bozukluk varsa tartışma ve gidermenin önemini tüm ilişkilerin önüne koyma cesareti gösterdim. Sadece güçlü düşünen, iyi, güzel ve doğru karar verebilen, böylece beni aşarken kendisine hayran bırakabilen ve muhatabım olabilen kadın, şüphesiz felsefi arayışımın köşe taşlarındandır. Evrendeki yaşam akışının sırlarının bu kadınla en iyi, güzel ve doğru tarafıyla anlam bulacağına hep inandım. Ama tüm erkeklerden farklı olarak, önümdeki ‘erkek ve sermaye’ malıyla, doksan bin kocalı Hürmüz’le varoluş tarzımı paylaşmayı reddeden ahlâkıma da inandım. O halde feminizmden de öte ‘jineoloji’ (kadın bilimi) kavramı amacı daha iyi karşılayabilir. Kendilerini koruyacaklar. Sevginin hocaları olacaklar. Güzel kültürü ortaya çıkaracaklar. Kendi kimliklerini müthiş örgütleyecekler. Beş bin yıllık olumsuzlukları aşacaklar. İşte o zaman kadın fetheder. Siz buna muhtaçsınız. Güzellikleri fetheden kadınla ancak doğru yaşam olur.

Sosyalizme inanıyorsak, toplumculuğa inanıyorsak, estetik güzellik anlayışımız nedir, toplumda kadın hareketinin yeri nedir, bunu kişiliklerinde netleştirmeleri gerekiyor. Köklü özgürlük, eşitlik ve demokratlık yüklü bir felsefeye bağlı olarak kadınla düzenlenecek yaşam ortaklığı güzelliği, iyiliği ve doğruluğu en mükemmel düzeyde sağlayabilme yeteneğindedir. Şahsen mevcut statüler içinde kadınla yaşamı oldukça sorunlu olduğu kadar çirkin, kötü ve yanlış bulurum. Çocukluğumdan beri mevcut statü altındaki kadınla yaşama cesaretini hiç gösteremedim. Cinsel güdü gibi çok güçlü bir güdüyü sorgulayacak bir yaşamdır söz konusu olan. Cinsel güdü yaşamın sürdürülmesinin hatırınadır. Kutsallığı olması gereken bir doğa harikasıdır. Ama sermaye ve erkek tekeli kadını o denli kirletmiştir ki, bu doğa harikası yetenek, ‘döllük fabrikası’ gibi en aşağılaşmış bir meta üreten kuruma dönüştürülmüştür. Bu metalarla toplumun altı üstüne getirilirken, çevre de nüfusun ağırlığı altında (Şimdilik altı milyar; bu hızla giderse on-elli milyar nüfusla çevreyi düşünelim) anbean çöküşü yaşamaktadır. Şüphesiz bir kadınla çocuklu olmak özde kutsal bir olaydır, yaşamın tükenmeyeceğinin göstergesidir. Sonsuzluğu hissettirir. Bundan daha değerli bir duygu olabilir mi? Her tür bu gerçeklik altında kendini sonsuzluğa kaptırmanın heyecanını yaşar. Özellikle günümüz insanında, bu durum, bir ozanın dediği gibi, “Başımıza bela dölümüz bizim” seviyesinde yaşanmaktadır. Bir kez daha Birinci ve İkinci Doğa’ya ters sermaye ve erkek tekelinin büyük ahlâksızlığı, çirkinliği ve yanlışlığıyla karşı karşıya olduğumuz inkâr edilemez.

Özcesi, kadınla çoğalıma dayanan yaşam felsefesinin ciddi bir anlamı yoktur. Sınıflı toplumda miras ve güçlü olma gibi olgular nedeniyle doğurgan kadına anlam yüklenmiştir; bu da baskı ve sömürüyle ilgili bir anlamdır ve kadın için negatiftir. Yani çok doğuran kadın, erken ölen kadındır. Kadınla anlam değeri çok yüksek bir yaşam ya çok az bir doğumla ya da genelde insan türü için bir nüfus çokluğu sorunu varsa hiç doğurmayan kadınla mümkündür. Çok çocuk doğurmak, kendini birey ve toplum olarak entelektüel ve politik güçle geliştiremeyen geri sömürge halkları için bir öz savunma olarak değer taşıyabilir. Kendine yönelik kırıma soyunu çoğaltarak cevap verme de bir direniş ve kendini var kılma yöntemidir. Fakat bu fazla özgür yaşam şansı olmayan toplumların öz savunmasıdır. Bu nedenle anlam düzeyinin bu denli düşük olduğu toplumlarda kadınla estetik ve doğruyu esas alan bir yaşam mümkün olamaz. Dünya toplumlarının mevcut gerçeği bunu doğrulamaktadır. Kadınla yaşamın beslenme ve korunma işlevlerinde özgün bir yönü yoktur. Beslenme ve korunma her canlı için geçerlidir. Kadınsız veya erkeksiz yaşamı tartışmanın fazla bir anlamı yoktur. Eşeyli veya eşeysiz tüm yaşamlarda erillik-dişillik olgusu vardır. Dolayısıyla sorun eş yaşamın kendisiyle değil, insan toplumundaki anlamıyla ilgilidir.

Kadın sorunu beş bin yıllık tecavüz kültürünün sonucudur. Ben burda hala bu konuyu araştırdıkça, okudukça dehşete düşüyorum. Kadınlar hala bu sorununu anlamamış, çözememiş durumda. Kadınlar kendi sorununu anlamalı, çözmeli. Kendi cinsinizin farkında olacaksınız, kendinizi tanıyacaksınız. Özgür kadın diyorum, cinsel özgürlük olarak saptırıyorlar, herşeyi cinsellik bağlamında ele alıyorlar. Avrupa’da kadın vücudunu müthiş ön plana çıkarıyorlar, tahrik ediyorlar, kadını metalaştırıyorlar. Bakışlarınız farklı, saçınızdan tutun tırnağınıza kadar kendinizi nasıl şekillendireceğinizi bilmiyorsunuz. Kız çocuklarının yetiştirilmeleri önemlidir. Hatta kız çocuklarını aileleri yetiştiremez. Bunları yetiştireceksiniz.

Benim kadını ele alış biçimim felsefiktir. Doğadaki güzelliklerin bir parçası, bir estetik olarak ele alıyorum. Kadın anlamdır. Hegel, felsefesini ilk olarak kadın-erkek ilişkisi üzerinden temellendirmeye çalıştı. Ancak bunu başaramayınca köle-efendi ilişkisi üzerinden felsefesini inşa ediyor. Ben ise felsefemi güçlü kurnaz erkek ve kadın üzerinden inşa ediyorum. Kurnaz ve güçlü erkek karşısında en güzel en saf kadın birkaç ay içinde bu özelliklerini kaybediyor. Biliyorsunuz Yunanca’da “nomos” diye bir kavram var, akıl ve kural anlamında. Türkçe’de namus olarak kullanılıyor. Benim namus anlayışımda namuslu kadın, kendini özgür kılan ve kurallarını kendi belirleyen, kendi kurallarını dayatan ve yaşatan kadındır. Erkeğe bağlı, erkeğin kurallarının belirlediği kadın eve kapatılan kadın, namuslu kadın değildir. Sümerlerde en soylu-güzel kadınlar Zigguratlardaki tapınaklarda soylularla yaşıyorlardı. Diğer kadınlar ise daha düşkün bir şekilde evleniyorlardı, eve kapatılmışlardı. Gerçi daha sonra tapınaklar da yozlaştırıldı. Ben, kadınla olan ilişkiyi bir müzik aletinden çıkan ezgiye benzetiyorum. Burada yanlış anlaşılmasın, alet derken kadının aletleştirilmesinden, araçsallaştırılmasından bahsetmiyorum, süreklilikten bahsediyorum. Anlatmaya çalıştığım, doğru ve anlamaya dayalı bir çaba olursa her iki tarafa da bir ömür boyu yetecek değişik güzellikleri barındıran ve sürekli yenilenen tazelenen bir ilişki olacak. Tabi burda erkek de önemlidir. Erkekler de  bu güzelliği yaşamak istiyorlarsa kadınla bu temellerde buluşabilmelidir, yoksa tersine her gün zorla cinsellik, baskı ve köleleştirmeye dayalı bir tecavüz kültürü ortaya çıkacak. İşte görüyorsunuz gencecik kızların kafasını aşk adına, sevgi adına kesiyorlar. Bu belirttiklerim üzerinde beni takip eden ve iddialı olan kadınlar yoğunlaşabilirler. Kadın mücadelesi dönüştürücüdür.

Biz özgürlükte ısrarlıyız. Kendine güvenen kadın yürümeye devam eder. Piyasadaki kültürü aşan bir olay. Ortadoğu toplumu beş bin yıldan sonra kadın şeyini ön plana alacak. Emperyalizmin de böyle bir yaklaşımı var. Kadın özgürlüğüne burjuva anlayış dayatılıyor. Bu Hollywood kültürü ile dayatılıyor. Bizim de kendimize göre özgürlük anlayışımız var.

Hegel felsefesinde aşkın gerçekleşebilmesinin gerekli koşulu kadın ile erkek arasında güç dengesinin sağlanmasıdır. Gerekli ama yeterli olmayan bu koşul güçlenmiş kadını ifade etmektedir. Kaba ve maddi güç dengesinden bahsedilmiyor. Söz konusu edilen fiziki, psikolojik ve sosyal güç dengesidir. Yani en eski ve en derinleştirilmiş köleliği yaşayan kadının aşkı olamaz denmektedir. Doğruluk payı olan bu felsefi görüşün pratikte içini doldurabilmek için saflardaki kadını çok yönlü (ideolojik, politik, ahlaki, estetik, fiziki, hatta askeri -öz savunma için-, ekonomik, sportif vb.) güçlendirmeye öncelik tanıdım. Kadına karşı saygılı olma ve tutarlı davranmanın, sevginin, doğru, iyi ve güzel olanın yolunun onu güçlendirmekten geçtiğinin tamamen farkında olarak kadınla ilgileniyordum. Dolayısıyla kadın güçlenmeden aşkı gerçekleşemezdi. Bu tanımın doğruluğuna kesinlikle inanıyordum. Asla taviz verilmemesi gereken bir konu olduğundan emindim. Giderek bu yeteneği ve gücü kazandıktan sonra kadın çalışmalarım değerli oluyordu. Kızlar sanki bin yıllık uykudan, kâbustan uyanmış gibi bana bakıyor ve kucaklaşıyorlardı. Bu konularda çok ihtiyatlı olmama rağmen, ben bile onları sonsuz bir sevgi ve özlemle kucaklamaktan, baş tacı etmekten çekinmedim.

Eş yaşam ilişkilerinde geliştirilecek düzey ne denli bilimsel, sanatsal ve felsefi olursa o denli sosyalist topluma yol açabilecektir. Sosyalizmin öncelikle eş yaşam ilişkilerinde gerçekleşmesinin vazgeçilmez ilkesel ve pratik bir değeri vardır. Bu tarz ilişki dışında sosyalizme götürebilecek bir yol yoktur. Olsa da, bu ilişkiler dolaylı ve hatalara çok açık ilişkilerdir. Sosyalistçe eş yaşamı iki kişi arasındaki bir ilişki olarak algılamak eksik bir yaklaşımdır. Eş yaşamlar şüphesiz ikili somutlaşmaları yaşayabilir ama buna indirgenemez. Eş yaşam büyük anlam gücü, estetik ve ahlâkla daha çok soyut olarak yaşanan özsel bir yaşamdır.

Erkekler içinde şunu söylüyorum: Kadın deyip geçmesinler, yeni kadını anlasınlar. Yeni kadın, vatan ve toplum özgürlüğünden de önceliklidir. Bizim için özgür toplumu yaratmada birinci derece önemlidir. Biz neden kadını inceliyoruz? Sümerlerden beri kadın düşürülmüş, piyasalık yapmışlar. Kim yapmış ? Sınıflı toplum bunu yaratmış. Biz kadını kaldırmaya ve yeniden yaratmaya çalıştık. Erkeklerin de kıskançlıktan ziyade kadını yüceltmeleri gerekir. Kadın yücelecek, yaşam da onunla güzelleşecek, erkeklerin bunu gururla taşımaları gerekir. Benim senin olduğundan ziyade, toplumun oldu demek. Bana bağlılık demek, bunları kavramak demektir. Buna inanmış büyük bir ahlakın sahibiyim, ciddiyim. Bu konuda Önderlik kadını cins lanetinden kurtaracaktır. Bağlılığımı istismar edemem. Kadını cinselliğin bu basitliğinden arındıracak ve bu bağlığı büyük özgürlük mücadelesiyle cevaplayacağım. Bol bol tartışsınlar. Ama birbirlerini yüceltsinler. Bu tartışmadan çok büyük bir birlik doğar.

Tüm bu olumsuz etmenlere karşı özgür eş yaşam için en az özgür kadın kadar özgür erkek mücadelesi gerekir. Özgür erkeklik erkek egemen toplumun köleleştirdiği erkek kişiliğini aşmakla mümkündür. Toplumsal gerçekliğimizde halen geçerli olan ariflik mertebelerini kazanmak gerekir. “Erkek doğulmaz, erkek olunur” kadar, uygarlık erkeği olarak doğulur ama özgür erkek de olunur. Prometheus erkek imgesi çağımızda ancak demokratik modernitenin bilimi, felsefesi ve sanatıyla somutlaştırılabilir. Mitoloji, din, felsefe, bilim ve sanatın yaşam için olduğu, başta gelen rollerinin de özgür eşleşmeyi gerçekleştirmek, inşa etmek olduğu önemle kavranmalı, ahlâkileştirilmeli ve estetikleştirilmelidir. Mevcut çağdaş evlilikler hiyerarşik hanedanlık kültürünün (Bu yaklaşık yedi bin yıllık bir kültürdür) devamı olup, devletçi toplumun temel değerlerinin üretildiği alan olarak, tecavüzün norm, namus tarzında kadın ve erkek kişiliğine azami içerilmesiyle yüklüdür. Aşkın gerçekleşmeyişi, yaygın boşanmalar ve ailenin çözülüşü, kişiliklere yüklenen iktidar ve sömürü amaçlı tecavüz kültürünün sonucu olarak anlaşılmalıdır. Özgür ve sosyalist toplum ancak tecavüz kültürüne karşı an be an felsefe, bilim, etik ve estetikle yüklenen kişiliklerce gerçekleştirilebilir. Bu temelde gerçekleştirilecek özgür eş yaşamların birey ve toplum için sürekli güzellik, doğruluk ve iyilik üreteceği açıktır. Sosyalist yaşam bağlamındaki erkekler ve kadınlar ancak özgür yaşamı evrensel, kolektif olarak gerçekleştirdikçe, tekil olarak da doğru ve güzel yaşama şansını elde edebilirler. Tarihin tüm büyük toplumsal hareketlerinde bu gerçekliği görmek mümkündür. Tekil yaşamı güncel evlilik oyunlarıyla olduğu kadar, daha da olumsuzlaşan evlilik dışı biçimlerle karıştırmamak büyük önem taşır. Tekil yaşamda toplumsal evrenselliğin, kolektifin tüm potansiyeli gizli olduğu halde, uygarlık ve modernitenin tekil evcilik ve evlilik dışındaki biçimlerinde evrenselliğin, kolektifliğin inkârı gerçekleştirilir. Bu ayrımı yapmadan, sosyalistçe tikel özgür yaşam gerçekleşemez. Sosyalist ilişki kapsamındaki erkek, özellikle kadın kendinde yaşattığı bilimsellik, estetiklik, ahlâkilik ve felsefilikle muazzam bir çekim gücüne sahiptir. Bu tür erkek ve kadın kişilikler toplumsal yaşam karşısında yenilgi yaşamadıkları gibi, varlıklarıyla özgür toplumsal yaşamı inşa ederler. Tekil birliklerinde saygı ve güven hâkim olduğu için kıskançlık, kapris, doyumsuzluk ve bıkkınlık gibi sistem hastalıklarına yer yoktur. Birbirlerini mülkleştirmedikleri için karşılıklı hak idealarıyla (Burjuva hukukunda bu geçerlidir) yaklaşımda bulunmazlar. Denk düzeydeki anlam güçleri bir kişide bütünü, bütünde bir kişiyi yaşatabilecek durumdadır.

Bu durumlarda bireyde, aşk unsurlarında ülkenin özgürleşmesi, bir toplumun ve ulusun kurtuluşu temsil edilmek durumundadır. Bu ise çok yoğun askeri ve politik savaşlar gerektirir; çok büyük ahlaki ve ideolojik güç ister. Ayrıca estetiksizliği, güzellikten yoksunluğu kabul etmez. Platonik aşkları olduğunu iddia edenlerin aşklarını özelleştirip somut yaşamak istediklerinde, tüm bu koşulları karşılamaları gerekir. Bu koşullara güçleri yetmiyorsa ya platonik aşka devam etmeleri gerekir, ya da buna da güç getiremiyor ve anlam veremiyorlarsa, biyolojik kuralların veya kölecil cinsel birlikteliklerin geçerli olduğu geleneksel uygarlık ve modernite evliliklerini yaşamaları söz konusu olacaktır. Özgür aşk ile biyolojik-kölecil evlilik ya da evlilik dışı ilişkiler bir arada olmaz. Aşkın kanunu bu tür ilişkileri kaldırmaz.

Sevgi, anlamaya dayalı olmalıdır, anlama nedir? Bu da felsefeye girer. Felsefe nasıl yapılır, nasıl öğrenilir, bunun için de sosyolojiyi çok okumak gerekir, her şeyin de tarihini bilmek gerekir. Sosyolojiyi tarihi perspektiften, felsefeyi tarihi bir perspektiften okumak gerekir, her şeyi tarih penceresinden bilmek gerekir. Bugünü anlamak tarihi çok iyi bilmekten geçer. Yol arkadaşlığına, anlamaya dayalı sevgi anlamlıdır. Kadınlar bunu başarabilirlerse o zaman kadın olarak da, tanrıça olarak da, aşk öğesi olarak da, insan olarak da sevilebilir. Anadolu’da Kibele, Mezopotamya’da İnanna, İştar, Star mitolojide Tanrıça kadınları temsil ediyor. Sümerlerde kadın tapınakları vardı. Bu tapınaklar kadınların inşa ettiği ve onların kutsal mekânıydı. Onların önemli bir kazanımıydı. Bu tapınaklarda kadınlar, eğitimlerini sürdürüyorlardı, her türlü eğitimlerini alıyor, sanat ve güzelliklerini de sergiliyorlardı. Hatta erkekler gelip onları seyrediyorlardı. Daha sonraları erkekler, buraları genelevine çevirdiler.

Yaşamın anlamsızlığını aşabilmek için özgürlüğü hedeflemenin, özgürlüğe kilitlenmenin önemini anlatmaya çalışacağım. Özellikle kadınların içinde bulunduğu anlamsız yaşamı aşabilmeleri için bulundukları durumu aşan iddialı bir yaşamı hedeflemeleri ve özgürlüğe kilitlenmeleri gerekir. Cesaretiniz, gücünüz, bilginiz varsa yeni özgürlük ütopyalarınızı, yeni yaşam biçiminizi kuracaksınız. Duygusal zekânızı, analitik zekânızı geliştireceksiniz. Duygusal zekâ ile analitik zekânızı birlikte kullanacaksınız, birbirini destekler ve zenginleştirir biçimde kullanacaksınız. Kadınlar bir tanrıça edasıyla, ruhuyla kendilerini özgürleştirebilirler. Kadın ruhunu, bedenini ve bilincini bir tanrıça kıskançlılığıyla korumalıdır. Nasıl ki din, bir inançla bir şeylere inanıyor ve yapıyorsa kadınlar da bir tanrıça gibi hareket edebilirler özgürlükleri için.  Evet, evet. Bir din gibi. Nasıl ki din bir inançsa, kadınlar da özgürlüklerini bir inanç gibi, din gibi sağlayabilirler, buna inanabilirler, bunun için çalışabilirler.

Kadın cephesinde biriken büyük özgürlük ve eşitlik potansiyelini yeni ETİK ve ESTETİK değerlerle demokratik toplumsal gelişmeye katmaya çalışmaları büyük anlam ifade edecektir. Bu yönlü bir tıkanıklık var. Çözmeleri ve pratikleşmeleri büyük önem taşıyor. Hem ulusal toplum hem de bölgesel öncülük için bu gereklidir. Kadınla eşit ve özgür temelde demokratik yaşam, yaşamın olmazsa olmazıdır. Ama bunun için çok derinliğe işlemiş köle ahlakının ve çağdaş kapitalizmin baştan çıkarıcılığının özgürlük ahlakıyla yani ETİK ile ve güzel yaşamla yani ESTETİK ile aşılması gerekir. Kadınla dolayısıyla erkekle doğru yani bilimsel-jineoloji, iyi etik yani yeni ahlak bilinci ve tavrı ve güzel yani yeni estetik ölçülerle özgür yaşamı başarmamak sosyalist topluma yönelişi başarmamakla özdeştir. Kadının demokratik devrimiyle tamamlanmamış demokratik toplumun sosyalizm ideası ve yaşamı bir aldatmacadır.

Kadın olmadan yaşam olmaz. Özgürlük olmadan etik ve estetik olmaz. Bütün yaşamı sosyal olarak ve estetik olarak siz belirleyeceksiniz. Ekonomik yaşamı, sosyal yaşamı, estetik yaşamı siz inşa edeceksiniz. Ve böylelikle biz vahşi erkekleri düzelteceksiniz. Kendinize güveneceksiniz. Sabrınız var, emeğiniz var, çekiciliğiniz var. Çalışmalarınızın temeline özgür kadın arayışını alın. Umutlu olun, emek harcayın. İnanarak yapın. Kadın temelli çalışma önemlidir. Kadınlara Ortadoğu’da öncülük ediyorsunuz, ancak bu şekilde lider olursunuz. Kadına saygı budur.

 

 

Bunları da beğenebilirsin