KADIN KIRIMINI TANIMLAMAK VE MÜCADELE STRATEJİSİ GELİŞTİRMEK

 

 

Kadınların binlerce yıldır uğradıkları şiddetin görünür kılınması için 25 kasım giderek daha fazla anlam kazanıyor ve tüm dünyada kadın direnişinin yükseltilişine vesile oluyor. Kadınlar şiddetin her türüne karşı bir isyan dalgası yükseltirken kadınlara dönük saldırılarda yoğunlaşarak adeta karşı hamle yapmaktadır. 21. Yüzyıl bir yandan kadınların isyanına, eylem ve örgütlenmeleri ile kadın devrimi niteliğindeki gelişmelere, diğer yandan kadın kırımı (femicide) olarak tanımlanan bir gerçekliğe tanıklık yapmakta. Kadına yönelik şiddetin istatistikleri, şiddet uygulayanların cezalandırılması konusundaki çalışmalar yoğun olmakla birlikte şiddetin ideolojik temelleri ve bunlara karşı sonuç alıcı yöntemlerin neler olduğu konusu üzerinde daha fazla tartışmaya ihtiyaç vardır. Bu açıdan kadına yönelik şiddetin bir savaşı sonuçları yarattığı bir zamanda bu şiddetin ideolojik dayanaklarını tanımlamak daha fazla önem taşımaktadır.Öldürme yada ağır yaralama ile sonuçlanan olaylara odaklanan şiddet tanımı ve mücadelesi kadınların karşı karşıya olduğu kırım sisteminin boyutlarının kavranmasını önlediği gibi mücadelenin sonuç almasını da engellemektedir.

 

Şiddetin Ortaya Çıkışı Ve Kadın Köleliği İle Bağı

 

Tarihsel bir olgu olarak şiddetin kaynağının ne olduğuna dair bir çok izah ve tanım yapılmaktadır. Doğada bir çok canlının beslenme ve savunma amaçlı zor kullanımı ile toplumda belli gruplara dönük sistematik şiddetin aynı çerçevede tanımlanması oldukça indirgemeci tarzda gerçeğin tanımını perdeleyici bir rol oynar. Doğada beslenme ve savunma amaçlı saldırı, avcılık faaliyetinde olduğu gibi keyfi ve düşmanca bir tutumdan öteye açlık, kendini koruma , yaşamını sürdürme amaçlıdır. İnsan toplumunda bireyler yada küçük gruplar arasındaki çatışmalar ve güç gösteriminin izlerine tarihin ilk dönemlerinden bu yana rastlanmakla birlikte bundan kaçınacak tarzda konumlanma, kurallar ve ahlaki yöntemler geliştirme de oldukça yaygındır. Oysa ki savaş, katliam gibi olgular doğa yada toplumun varlık biçiminin bir parçası olarak değil, tarihin belli bir döneminden sonra ortaya çıkar. İnsan toplumsallaşma ve dilin gelişimi ile birlikte sadece güdüleriyle değil akıl, duygu, hislerle anlama, anlaşılma çabasıyla hareket eder. Sorunlarını şiddetsiz çözebilmek için geliştirdiği bir çok mekanizma, değer yargıları, kural ve uygulamanın varlığı tarihin uzun bir döneminde şiddetin bir çözüm yöntemi olarak tercih edilmediğini gösterir. Sömürgeleştirme faaliyetleri ile doğal toplum dönemini yaşayan halkların yaklaşımlarında bunun izlerine rastlanır. İlk toplumsallaşmanın izlerini taşıyan ahlaki tabu ve kurallar, ritüel ve antlaşmalar, demokratik yöntemlerle belirlenen yönetim iradesinin veya doğal otoritenin bir iktidar ve zor aygıtına dönüşümünü önleyecek tarzda düzenlenmiştir. Toplumsal sorunların kaynağını oluşturan iktidar gelişene kadar şiddet ve çatışma istisnaidir. Oysa iktidar ve devletin gelişimi ile birlikte bu durum tersine döner ve şiddet ve zora dayalı yönetme temel yöntem haline gelir.

Tarihsel araştırmalar savaş ve şiddetin yoğunlaşması ile ataerkillik ve devlet yapılanmasının ortaya çıkışı arasında bağlantı olduğunu göstermektedir. İlk toplu mezarlar ve kitlesel katliam izlerine tam da buna denk gelen M.Ö 3000’lerden sonra rastlanması, M.Ö 2700 yılında Sümerlerle Akadlar arasında yapılan savaş tarihteki ilk savaş olarak kayıtlara geçmiştir. Şiddetin erkek egemenliği ve iktidarın ortaya çıkışı ile bağı ekseninde baktığımızda kadına yönelik şiddetin köklerinin oldukça eskilere gittiğini görebiliriz. Çünkü erkeklerin egemenlik sağladığı zemin kadın varlığı ve onun yarattığı tüm değerler olduğundan kadınların tarihteki ilk sömürgeler olarak şiddetin sistematik üzerinde uygulandığı ilk grup olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan ilk kölelerin kadınlar olduğunu söylemek mümkündür.

Sümer tabletlerinde kadın-köle anlamına gelen geme sözcüğü kadın cinsel organını gösteren bir sembol ve dağ sembolü ile ifade edilmiştir. Köle kadının dağlı kadını ifade eden sembolle gösterilmesi Yukarı Mezopotamya’nın özgür-dağlı toplumlarının kadınlarının, Aşağı Mezoptamya’da yani şehir devletine köle olarak götürüldüğünü düşündürmektedir.

 

 

 

Devletleşme, sınıflaşma, iktidar ile kadın köleliği arasındaki bu bağlantı kadınları köle, erkeği egemen cins olarak şekillendiren cinsiyetçiliğin ilk iktidar ideolojisi olarak şekillendiğini gösterir. Cinsiyetçilik günümüzde şiddetin dayanağı olan diğer iktidar ideolojileri olan dincilik, milliyetçilik ve bilimciliğin de kaynağıdır. Dincilik farklı inançlardaki insanları, milliyetçilik farklı halkları ve kültürleri, bilimcilik doğayı ve insanı nesneleştirerek cinsiyetçilikten öğrenilen kırımı yaymış olmaktadırlar. Egemen erkeğin kadını öldürmek, tecavüz etmek de dahil bedenini, duygularını, emeğini, düşüncesini sömürmede kullandığı yöntemlerle ezilen kesimlere uygulanan yöntemler birbirine benzemesinin nedeni budur. Kadın kimliğinin kölelik temelindeki inşasında sonuç alan yöntemler sömürge uluslara, halklara, inançlara, toplumlara ve doğaya uygulanmıştır.  Bu nedenle sömürge halklar, kültürler ile kölelik temelinde inşa edilmiş kadınlık birbirine benzer özelliklerdedir. Kadın savunmasız, ekonomisiz, kendi hakkında karar alma ve yönetme hakkından yoksun bırakıldığı gibi sömürge toplumlar da savunmasız, ekonomisiz, kendi özyönetiminden yoksun bırakılmıştır. Savunma mekanizmalarını aşarak bedeni ele geçiren, talan eden, kişiliği rencide eden, irade kıran tecavüz ile bir halkın, kültürün, ülkenin savunma sistemini kıran işgaller benzer karakterdedir. Kadın ile doğa ve toprak arasındaki bağ yaşamın ve toplumun oluşum sürecinde kurulmuştur. Erkek egemen devletçi sistem kadının ele geçirilmesi, kadına tecavüz edilmesi ile toprağın işgali, ele geçirmesini benzeten bir karşı devrim gerçekleştirmiştir. Bu nedenle bir kadına yönelik tecavüz ile işgal saldırısı sonucu bir toprağa ve halka yaşatılanlar birbirne benzerdir.

Tarihteki ilk köleci devletlerin köle emeğine, işgale ve talana dayalı geliştirdikleri ekonomi sistemi esasta günümüze kadar da farklı biçim ve yöntemlerle sürdürülmüştür. Sömürgeci ve işgalci devletler, toplumların kendini savunma hatlarını kırdıklarında toprağa, kadınlara ve tüm maddi ve manevi değerlere el koymuşlardır. Erkekler çoğunlukla öldürülürken kadınlar işlevli köleler olarak hizmetçilikten, bakım işlerine, cinsellikten, egemenlerin iyi zaman geçirmesini sağlayan eğlence sektörlerine kadar birçok alanda sömürüye tabi tutulmuşlardır. İstenildiği zaman satılıp paraya çevrilebilmelerinden ötürü işgallerde köle kadınlar yatırım aracıolarak ele alınmışlardır. Arapçada akışkan, bir yerden bir yere geçiş yapan cyr kökünden türemiş olan cariye, akan, elden ele dolanan, parayla alınıp satılabilen köle kadın’ları tanımlamak için kullanılan bir kelimedir. Binlerce yıl öncesinde kaldığı düşünülen bu kadın kırım yönteminin DAİŞ tarafından başta Ezidi kadınlar olmak üzere Irak ve Suriye’deki kadınlara uygulanması da devletlerin kırım yöntemlerinin sürekliliğine işaret eder.

Savaşlarda kadınlara dönük daha özel kıyımların yapıldığına tanık oluruz. Kadınların köle ve cariye olarak  alınarak haremlere kapatılmaları, toplu tecavüzlere maruz bırakılmaları devletlerce meşrulaştırılmış bir yöntem haline gelmiştir.  Sömürgeci ve emperyalist savaşlarda kadın kırımları kapsamında değerlendirilebilecek yüzlerce katliam gerçekleşmiştir. Savaşlarda asker, polis ve paramiliter çetelere vaat edilen şeylerden birisi de ele geçirdikleri bölgelerdeki kadınlara tecavüz etme köleleştirme hakkıdır. Bosna, Ruanda, Vietnam, Bangladeş, Japonya savaş sırasında tecavüz kamplarının kurulduğu örneklerden bazılarıdır. Afrika’daki köleleştirme faaliyetlerinde, Amerikalı erliler ve Aborjinlere dönük katliamlarda sömürgeciler bu yöntemi uygulamışlardır. Osmanlı devleti de Afrika’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafyada kadınların kaçırılması, köleleştirilmesinde ve esir ticaretinde bulunmuştur. 1915’te ermeni halkına dönük katliamda, 1938’de Dersim’de binlerce kadın kaçırılmış ve akıbetleri bugüne kadar da bilinmemektedir. Saddam yönetiminin Güney Kürdistan’da gerçekleştirdiği Enfal katliamlarında da binlerce kadın kaçırılmış, Arap ülkelerine satılmıştır. Bir çok kadın tecavüze uğramıştır. Ancak bu konularda da gerekli araştırmalar ve suçluların yargılanması gerçekleşmemiştir. Şengal’de gerçekleşen kadın kırımında da bu zihniyet sürdürülmüştür. Zaten DAİŞ çeteleri ile milliyetçi-dinci Türkiye iktidarı arasındaki ilişkiler de bu yöntemlerin nereden öğrenildiğini ve talimatlarını kimin verdiğini ortaya koyar karakterdedir. Kadınlara karşı işlenmiş suçların daha özel mahkemelerde yargılanması, bunun ortağı olan güçlerin açığa çıkarılması sağlanmış olsaydı bu gün Şengal ve Afrin’deki ya da Boko Haram’ın Nijerya vb.Afrika ülkelerdeki uygulamalarının önüne geçilebilirdi. Ancak binlerce DAİŞ tutuklusu Kuzey Doğu Suriye yönetiminin elinde olmasına rağmen bunların işlediği savaş suçları daha özelde kadınlara dönük işledikleri suçlara dönük bir uluslar arası mahkemenin kurulması talebi her nedense henüz kabul görmemiştir.

 

Kadın Kırımı (Femicide)’nın İdeolojik Zemini

Soykırım anlamına gelen jenosit kelimesine benzetilerek kadın kırımı anlamına gelen femicide kavramı ilk kez 1801 yılında kadın cinayetleri için kullanılmıştır. Kadınlara dönük cinayetlerin birbirinden bağımsız olaylar olarak değil kadınlara dönük bir kırım biçimi olduğu ortaya konularak 1976 Brüksel’de ‘Kadına karşı şiddet konulu Uluslararası Tribünal’de Diana Russell bu kavrama siyasal bir içerik kazandırmıştır. Anne karnında cinsiyeti kız olduğu için alınan ceninlerden, cadı avlarına, namus ve aşk adı altında işlenen cinayetlere kadar bir çok olayın kadın kırımı kapsamında ele alınması gerektiği ortaya konulmuştur. Kadın kırımı femicide kavramını Diana Russell “kadınların, kadın oldukları için erkekler tarafından öldürülmesi” olarak ifade etmiştir.  Russell 1992’de Femicide: The Politics of Woman Killing (Kadın Cinayeti: Kadın Öldürme Siyaseti) adlı kitabında Jill Radford ile birlikte ‘femicide’i basitçe “the misogynist killing of women by men” (erkeklerin kadın düşmanlığıyla kadınları öldürmesi) olarak tanımladıklarını söyler (2012, s.3). Birleşmiş Milletler Akademik Çalışmalar Birliği (UNSA) femisid ve/veya cinsiyetle ilintili diğer cinayetleri “bir kadını kadın oldu- ğu veya bir kızı kız olduğu için öldürmek” olarak tanımlamaktadır.[1] Kürdistan Kadın Özgürlük hareketi de on yıldır kadın kırımının bir insanlık suçu olarak yargılanması için eylem ve etkinlikler yapmaktadır.

Femicide kavramının bu tanımı kadınlar üzerindeki kırım politikalarının bireysel, istisnai değil bir politika olduğunu ortaya koymuştur. Kadın kırımına dair tartışmanın bu yüzyılda giderek yoğunlaşmasının temel nedeni ataerkil sistem üzerine kurumlaşan kapitalist sistemin kadın üzerindeki sömürü mekanizmalarını derinleştirmesi ve yaygınlaştırmasından kaynaklanır. Bu sistem kadın emeğini, bedenini sömürecek araç ve yöntemler geliştirerek kadını en işlevli meta kılmış bu açıdan kadınlar bu sistemin derin sömürgesi görülmektedirler. Sömürünün biçimi, yöntemi değiştirilerek en ince tarzda her zerresine kadar nasıl sömürülebileceği hesaplanarak kadına yönelmektedirler. Kadınların bu yöntemlere karşı yükselen mücadelesi ve örgütlülük düzeyi çelişkinin derinleşmesini ve hem kadın kırımı hem de onun karşısındaki direnişin yükselişine tanık olduğumuz bir tabloya yol açmaktadır. Kadın özgürlük bilinci ve örgütlenmesi geliştikçe itirazlar yoğunlaşmakta bununla paralel saldırılar da yoğunlaşmaktadır. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin tanımı ve kapsamı sürekli genişlerken mücadele yöntem ve araçlarının da çeşitlenmesi gerekmektedir.

Bu politikanın dayandığı gerçekliğin tarihsel, sosyolojik tanımı kadınları sürekli biçimde şiddete ve kırıma maruz bırakan sistemi anlamamızı sağlayacaktır. Bir olay olarak gündemimize giren cinayet esasta ataerkil gelenek, devlet, kapitalizm ve egemen erkeğin ittifakının bir sonucunda gerçekleşir. Erkeği bu hakkı tanıyan, şiddeti meşrulaştıran, kadını suçlu erkeği haklı kılan mekanizmalar şiddetin süreklileşmesinin dayanaklarını oluşturur.

Abdullah Öcalan Özgürlük sosyolojisi kitabında bu dayanakların kadın üzerinde yürütülmüş dört büyük operasyonla oluştuğuna dikkat çeker. Birinci operasyon kadının ev kölesi haline getirilmesidir[2]. Erkek egemen ailede, evlilik ilişkilerinde yada birlikte yaşama pratiklerinde ev kölesi konumu somutlaştırılır. Kadının mutlak biçimde herşeyi ile erkeğin mülkü görüldüğü, soyun devamı işlevi olarak çocuk doğurmasının dayatıldığı, evdeki hizmet ve bakım işlerini yapmasının asli görev olarak önüne konulduğu bir düzendir. Erkeğin izni ve onayı olmadan evin dışına çıkamayacağı, giyim tarzının dahi belli kurallara bağlanması söz konusudur. Günümüzde evlilik içi tecavüz, fiziki, psikolojik, ekonomik şiddettin kaynağında bu kölelik biçimi belirleyicidir. Namus kavramı etrafında örülen duvarlarla kadının baba, eş, erkek kardeş yada oğul tarafından öldürülebilmesinin meşrulaştırılması sağlanmış olur. Bu sistemle küçük yaşından yaşlanana kadar mülkiyet konumu sağlama alınmış olmaktadır. Kadınların okula gitme, çalışma, evlenme, boşanma, nerede kiminle ve nasıl yaşayacağına dair kendi yaşamları hakkında karar alma imkanı bu zeminde ortadan kaldırılmış olmaktadır. Günümüzde kadınların yakınları tarafından öldürülmesine yol açan temel etmenlerden biri ev kölesi düzenine dönük itirazdır. Birçok kadının boşanma ve ayrılma aşamasında öldürülmesi erkeklerin bu işlevli kölelikten vazgeçmek istemeyişleri nedeniyledir.

İkincisi kadının seks aracı kılınmasıdır[3]. Erkeğin hakimiyetinin, güdülerinin, arzularını tatmin biçimlerinin hakim olduğu cinsellik anlayışı kadını fiziken, ruhen ve duygusal olarak sürekli tecavüze maruz kalacağı bir sistemle karşı karşıya bırakmaktadır. Cinsellik güdüler, üreme ve hormonal dürtüleri aşarak iktidarlaşma yöntemi haline getirilmiştir. Kapitalizmin toplumu uyuşturmada işlevli bir araç olarak gördüğü cinsellik sürekli tahrik edilerek kadınların erkeğin cinsel arzu nesnesi haline gelmesi sağlanmıştır. Milyonlarca kadının ve çocuğun insanlık dışı yöntemlerle köleleştirildiği devasa porno ve fuhuş sektörleri kadınlara yönelik cinsel şiddeti arttıran bir rol oynamaktadır. Bu açıdan pornonun teori,  tecavüzün pratik olduğu yönündeki tespit oldukça yerindedir. Kadınlara dönük aşağılayıcı söz, davranış ve tutumlar bu zeminden güç almaktadırlar. Bir şiddet biçimi olarak küfürlerin büyük oranda kadın bedenine ve cinselliğine vurgu yapması da bunun diğer bir tezahür biçimidir.

Üçüncüsü kadın emeğinin görünmez değersiz kılınmasıdır[4]. Ekonomik şiddet olarak tanımlanan bu gerçeklikle kadınlar bir yandan ekonomisiz bırakılırken diğer yandan kadın işleri olarak görülen bakım ve ev işlerinde harcanan uzun zaman ve emek yok sayılmaktadır. Kadınların kendi emeklerine yabancılaşmaları, toplumsal, kültürel, siyasal gelişim imkanlarından yoksun bırakıldıkları bir sömürü sistemi oluşturulmuş oluyor. Önce kadınların evin dışında veya ücretli çalışmasının yasaklanarak erkeğe muhtaç kılınması, daha sonra eşit işe eşit ücret verilmeyerek, kadınların istihdam edildiği alanların geleneksel rollerinin devamı olan işler olması ile bu durum  sürdürülmüştür. Neoliberalizmin kadın istihdamı adı altında oluşturduğu alanlar kadınların kölelik koşullarında çalıştırıldığı alanlara dönüşmüştür. Kadınların evlerde bakım ve ev işlerini yapmada rollerinde değişim olmaması da iş yükünün artmasına yol açmıştır. İş yerlerinde kadınlara dönük taciz biçimi olarak literatüre mobing olarak giren şiddet biçimi de işverenlerin geleneksel toplumdaki erkek rollerini sürdürmesi olarak çözümlenebilir. İşveren erkekler de kadınları kendi mülkleri ve köleleri olarak gördüklerinden kendilerinde taciz, tehdit, işten atma, küçümseme, hakaret etme hakkını görmektedirler.

Dördüncüsü, en ince meta kılınmasıdır. Kapitalist sistemde metaların gerçek kraliçesi kadındır. Kadının sunulmadığı hiçbir ilişki yoktur, kullanılmadığı hiçbir alan da yoktur.[5] Kapitalist sistem kadını bir pazarlama aracı olarak her şeyi ile metalaştırırken diğer yandan moda, kozmetik, estetik operasyonlar yapmaya teşvik ederek tüketiciler haline getirmektedir. Kadınların kendi bedenleri ile sorunlu kılındığı kapitalist güzellik ölçüleri, erkeğin beğenisini kazanmayan kadınlık kimliğini kusurlu, eksik, çirkin olduğu yönündeki propagandalar kadınların kendi kendilerine şiddet uyguladıkları bir sistem yaratmıştır. Güzelleşmek uğruna katlanılan ameliyatlar, sağlığa zararlı kimyasallar içeren kozmetik malzemeler, moda adı altında ihtiyacı olmayan ürünleri almak zorunda hissetmek bunun örneklerindendir.

Kadın kimliği Abdullah Öcalan’ın bahsettiği bu dört operasyonla sürekli kırım rejimi içinde yaşamaya mecbur kılınmaktadır. Cinsiyetçilik bu sistemin ideolojik dayanağı olarak her erkeği bu sistemin sürdürücüsü ve kadın kırımının faili olacak bir potansiyelle şekillendirmektedir. Kadınların da kendilerini suçlu, çaresiz, yetersiz, güçsüz, savunmasız oldukları için boyun eğmeye mecbur olduklarını düşünmeleri de cinsiyetçilikle sağlanmış olmaktadır. Bir çok kadın yaşadıklarının bu sistemin sonucu olmaktan ziyade kendilerinden kaynaklandığını yada bunları sadece kendisi yaşıyormuş gibi hissedebilmektedir. Bu bakımdan femicide (kadın kırımı) kavramı bu gerçeğin görülmesinde önemli bir etki yaratmıştır. Dünya sağlık örgütü de bu tanıma dayalı olarak şiddeti küresel bir toplum sağlığı sorunu olarak kabul ederek şiddet tanımını şu çerçevede yapmıştır; gençlere şiddet, çocuk istismarı ve ihmali, partner şiddeti, yaşlılara şiddet, cinsel şiddet, kendine yönelik şiddet, kolektif şiddet ve bu şiddet türlerine karşı eylem için önerilerde bulunmuştur.

Kadınların yoğun mücadelesi ile uluslar arası kuruluşların gündemine giren kadına yönelik şiddet kavramı ve buna dönük tedbirler geliştirme arayışları bazı kazanımlar yaratmış olsa da şiddeti ve kadın kırımını ortadan kaldıracak düzeyde değildir. Kadına yönelik şiddeti önlemeyi hedefleyen CEDAW, İstanbul Sözleşmesi gibi sözleşmelerin birçok maddesine devletler şerh koydukları gibi kimi zaman askıya alan, gereklerini yerine getirmeyen tutumlar içinde de girebilmişlerdir.

Bu belgelerde devletlerden kaynaklanan şiddetin sonuçları ve buna karşı verilmesi gereken mücadele konusu çok fazla belirgin değildir.  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) Ekim 2000’de aldığı 1325 sayılı kararında ‘kadınların çatışmalar sırasında korunmasına yönelik çağrıda bulunulmuş ve kadınların çatışmaların çözümü sürecinde daha aktif siyasal roller üstlenmesi gerektiğinin altı çizilmiş’ olmasına rağmen çoğunlukla bu kararın gereklerine göre bir yaklaşım açığa çıkmamaktadır. Hala barış görüşmelerinde kadın örgütlerinin katılımı ve taleplerinin dikkate alınması, ilgili taraflardan bu konularda adım atmalarını talep etme söz konusu değildir. Savaş suçlarına dair raporlar hazırlanırken de kadınlara dönük suçların daha özel ele alınması ihtiyacı vardır. Çünkü saldırıya uğrayan kadınların toplumda dışlaması, dini, ataerkil önyargılardan kaynaklı kendine dönük suçları ifade etmeleri dahi oldukça güçtür. Bosna ve Ruanda’da da bir çok kadın utancından mahkemelere gidememiş, gidenler yaşadıkları travmalardan kaynaklı suçları her yönüyle anlatamamışlardır. Zaten çoğunlukla bu suçların üzerinin örtülmesi tercih edilmiştir. Güney Kürdistan’da Enfaller’de yaşanan kadın katliamları ve tecavüzleri hala üzerine konuşulmaktan çekinilen bir durum olarak ele alınmaktadır. Kürdistan’ın diğer parçalarında da isyanlar döneminde böylesi olayların yaşandığı bilinmekle birlikte üzerinde konuşulmaktan çekinilmektedir. Kuzey Kürdistan’da da hem isyanlar döneminde hem de 90’lı yıllarda türk devletinin saldırılarında kadınlara yönelik taciz, tecavüzleri konusunda benzer bir tutum açığa çıkmıştır. DAİŞ veya TC’nin Kuzeydoğu Suriye’deki cinsel şiddet eylemleri konusunda da birçok kadın akrabaları yada bu çetelerin ailesine ve yakınlarına zarar vereceği korkusu ile şiddeti dile getirememektedir.

Birçok belge, delil ve tanıklığa rağmen devletlerin ‘terörle mücadele, güvenlik’ söylemleri polis, asker ve devlet bünyesindeki birçok kurumun hak ihlallerini, işgalleri, tecavüzleri, hırsızlığı, talanı ve katliamları örtbas eden bir perde olarak kullanılmaktadır. Anti-terör yasaları adı altında çıkarılan yasalar, ilan edilen olağanüstü haller, sokağa çıkma yasakları bireysel, toplumsal birçok hakkın gasp edilmesine zemin hazırlayan niteliktedir. İstisna olmaktan ziyade devletin yönetimi artık büyük oranda bu zor uygulamalarına dayalı yürütülmektedir. Bu kapsamda işlenen suçların açığa çıkmasına, yargılanmasına çoğunlukla izin verilmemektedir. Bu güvenceye dayalı olarak devlet görevlilerinin şiddet eylemleri meşrulaştırılmış ve desteklenmiş olmaktadır. Devletlerin işlediği suçları belgelemekle yükümlü kurumların dönemin siyasi dengeler ve ekonomik anlaşmalar ekseninde hazırladıkları raporlarda bu suçları gizlemekte, ortak olmakta yada gerçeği tam olarak yansıtmamaktadırlar. Yada  güvenlik gerekçesi ile bu bölgelere gitmeyerek katliamcı, işgalci devletlerin verdiği veri ve bilgileri esas almaktadırlar. Türkiye devletinin Afrin, Serekani, Girespi işgallerinde işlediği suçlara dönük tutumda bu gerçeklik açığa çıkmıştır.

Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde oluşturulan Suriye Soruşturma Komisyonu, Ocak-Temmuz 2020 tarihleri arasında Suriye’de yaptıkları incelemelerle ilgili raporunda Efrin, Rasulayn (Serêkaniyê) ve çevresinde Türkiye destekli Suriye Ulusal Ordusu (SNA) rehin alma, zalimce muamele ve işkence ve tecavüz gibi savaş suçlarını işlemiş olabilir.[6] İbaresini kullanırken Meclisa Edaleta Civakî ya Bakur û Rojhilatê Sûriyê yetkililerinden Evîn Hec Hemo hazırlanan raporun kadınlara dönük suçlar konusunda alandaki insan hakları örgütlerinin delil ve raporlarını dikkate almadığını ortaya koymuştur. Suriye İnsan Hakları örgütünün verilerine göre 65 tecavüz, 400’den fazla kaçırma olayında bu kadınların akıbetine ilişkin bilginin olmadığı net olmasına rağmen bunlar raporlarda yer almamıştır.[7]

Kadın gerillaların, savaşçıların cenazelerinin teşhir edilmesi, mücadele yürüten kadın aktivistlere dönük polis, asker şiddeti, tutuklama, işkence, taciz yöntemleri de devlet kaynaklı şiddetin başka yüzleridir. Medya yolu ile kadınları hedef gösteren, aşağılayan söylem ve çağrılar yapılarak, duvarlara ve açık alanlara cinsiyetçi küfürler yazarak hem mücadeleci halklar ve kesimler ama özellikle de kadınlar hedeflenmektedir. Politik cinayetler olarak adlandırılan ve devletlerin kadın aktivist ve devrimcilere yönelen saldırıları da aynı kapsamda değerlendirmeye ihtiyaç vardır. 25 Kasım Kadına yönelik şiddetle mücadele gününe vesile olan Mirabel Kızkardeşlerin öldürülmesi de dahil olmak üzere Roza Luksemburg, Sakine Cansız, Leyla Şeylamez ve Fidan Doğan, Honduraslı çevre aktivisiti Berta Isabel Cáceres Flores, Hevrin Xelef, Zehra Berkel ve arkadaşlarına dönük katliam da devletlerin ortak işbirliği ile gerçekleşen kadın katliamlarıdır. Cezaevlerindeki kadınlara dönük işkence, ajanlık dayatması, göz altında fiziki şiddet ve tecavüz, taciz olayları da benzer karakterde devlet eliyle gerçekleştirilen kadına yönrlik şiddet hatta kırım kapsamında ele alınmak durumundadır.

Kadınların kadın olmaktan dolayı uğradıkları şiddetin yanı sıra farklı inanç, etnik kökene, sınıfa ait olmalarından kaynaklı uğradıkları şiddet de yeterince görünür kılınmamıştır. Dil ve kültürün taşıyıcısı olan kadınlar anadil yasaklarından dolayı en fazla mağduriyet yaşayan kesimi oluştururlar. Eğitim, sağlık, adalet başta olmak üzere birçok hakkın kullanılamamasında dil yasağı bir şiddet kaynağı olarak yine kadınları vurmaktadır. Tüm kadınları ezen bir sistem olmakla birlikte ezilen halk, topluluk ve inanç gruplarına mensup kadınlara dönük aşağılayıcı tanımlar ve söylemler bu kadınlara dönük çok yönlü saldırılara zemin hazırlar. Dil, renk, ırksal özellikleri nedeniyle potansiyel suçlu görülmelerine yol açabilmektedir.

Kadınların uğradıkları şiddeti ve kadın kırımını tanımlamada güçlük yaratan konulardan birini kadınlara maruz kaldıkları şiddetin doğalmış gibi algılatılmış olmasıdır. Kadınların duygusal yakınlık yaşadıkları erkekler ya da evli oldukları erkekler tarafından tecavüze uğramasının bir şiddet ya da suç olduğunun farkına varılması bile kadın hareketlerinin mücadelesi ile mümkün olmuştur. Kadınların erkeklerin çizdiği sınırlarda giyim, kuşam ve davranışlarda bulunmaması şiddetin meşru olduğu yönünde yaklaşımlara yol açmaktadır. Evlilik içi tecavüz hala pek çok hukuk sisteminde suç olarak tanımlanmamaktadır. Hukuki olarak tanımlandığı zeminlerde de kadınlar bu konuda suç duyurusu yapacak cesareti bulamamakta, hukuk kurumları da kadınları haksız bulabilmektedir. Bu suçların kanıtlanmasında kullanılan kriterler çoğunlukla kadınları mağdur edecek tarzda olduğundan kadınlar bu hakkı kullanamamaktadır.

Kadınların babanın, kocanın, erkek kardeşin mülkü görülmesi kapsamında anlam yüklenen namus kavramı hala bir çok cinayetin gerekçesi olarak kullanılmaya devam etmektedir. Kadınların fıtraten eksik ve kusurlu olduğu, doğuştan fesat ve günahkar olduğu, akıl yönünden kıt olduğu, sözlerine güvenilemeyeceği, zina yapmaya meyilli oldukları, çocuk doğurmak, erkeğe hizmet etmekle yükümlü oldukları, erkeğin sözünü dinlemediğinde dövülebileceği yönündeki dini söylemler de şiddetin nedenleri arasındadır. Kadına yönelik şiddettin ideolojik, tarihsel ve sosyolojik dayanaklarına karşı etkili mücadele yürütülemediği sürece şiddetin yeni biçimlerini ortaya çıkmaktadır. Günümüzde şiddet biçimlerine bir de dijital şiddet eklenmiştir. Yakın zamanda yapılan bir araştırmada Tunus’ta kadınların %89’unun dijital şiddete uğradığı ortaya çıkmıştır. Kadınların genç kızların özellikle hedeflendiği söylem ve yöntemler kullanılarak, tehdit edilerek, kişisel bilgileri çalınarak ve izni olmadan ifşa edilerek kadınlar saldırı altında tutulmaktadır. Erkek egemen toplumsal gerçeklik nedeniyle kadınlar aileleri, yakınları duymasın diye kendilerini tehdit eden erkeklere karşı savunmasız kalmaktadırlar. Fiziksel hasar yada ölüm olmadan da kadınlar çok katmanlı bir baskı sistemi içinde yaşamaya mecbur bırakılmaktadırlar.

Tecavüz kültürü adını verdiğimiz bu sistem esasta kadınları daimi bir kırım çemberinde tutar. Tecavüz kavramı cinsel şiddetle sınırlı değildir. Esasta bir irade kırma yöntemi, kişinin, toplumun, kültürün, inancın sınırlarını ihlal etmeyi tecavüz kapsamında ele almaya ihtiyaç vardır.

Günümüzde iktidar yöntemlerinin en derinleşmiş biçimi olarak siyasete yansıyan biyosiyaset kadın üzerindeki politikaları anlamaya katkı sunar. M. Foucault tarafından ortaya konulan bu kavram insanları işlevli köleler olarak nasıl işleteceğine, nasıl yaşatacağına odaklanan yeni ve özgün türden bir iktidar stratejisidir. Giorgio Agamben bir topluluk yada insan üzerinde her türlü uygulamanın yapılmasına olanak tanıyan istisnayi alanlar yaratan bir iktidar tanımıyla kavrama yeni anlamlar katmıştır. Biyosiyasetin kaynağı her türlü insan hakkı ve özgürlüğünün kısıtlandığı toplama kampları[8] olduğu söylense de toplama kamplarından çok daha öncesinde bu yöntemler evlere, haremlere hapsedilen kadınlara uygulanmıştır. Bu açıdan biyosiyasetin ilk uygulama alanının kadınlar olduğunu düşünmek yerindedir. Kadınları herkesin saldırabileceği, tecavüz edebileceği, mülk olarak göreceği konumda tutmak onları biyosiyasetin nesnesine dönüştürmektir. Kadınlar binlerce yıldır böyle bir politik yaklaşım altında yaşamaktalar. Yasaların, dinlerin kadınlar hakkındaki kararlarında, ataerkil toplumsal geleneklerde kadınlara uygulanan yaptırımlarda bunun izlerini buluruz. Günümüzde resmi yasalarda, söylemlerde kadınların özgürlükleri ve haklarından bahsedilse de kadınlar hala benzer bir statü altında tutulmaktadır. Bu nedenle erkekler kadınlara saldırma, taciz etme, dövme tecavüz etme hakkını kendinde görmekte, devletler ve yasalar işbirliği halinde bunu yapmaktadır. Toplumsal alanın ataerkil zihniyet temelinde şekillenmesinden dolayı kadınlara yönelik şiddet erkekler tarafından doğal hak olarak görülmektedir. Hiç tanımadığı biri tarafından sokak ortasında kısa etek giydi diye darp edilen, tacize uğrayan kadınlar bunun örneğidir. Bu açıdan devlet, ataerkil kültür ve kadının yakın çevrede yaşamı birlikte paylaşmak durumunda olduğu erkek arasındaki bağı kırım rejiminin temel dayanakları olarak değerlendirmeliyiz.

Fiziki şiddet o kırım çemberinden çıkma aşamasında görünür hale gelir. Kadınlara yönelik fiziki şiddetin gerçekleştiği yaş ortalaması 25-40 yaş arasıdır. Esasta bu yaşlar kadınların kendi yaşamları hakkında karar alma gücünü kazandıkları bir döneme tekabül eder. Diğer yandan fiziki saldırı ve öldürme olayları çoğunlukla kadınlar boşanmaya çalıştıklarında, evden yada partnerinden ayrılmak istediğinde, kendi yaşamını kurmak için adım atmak istediğinde gerçekleşir. Devlet kaynaklı olanından, ekonomik, siyasi, psikolojik olanına kadar şiddete uğramamak için kadınların sessiz kalmasına, katlanmasına kendilerine yönelik baskı ve hak gasplarını içselleştirmesine bu tecavüz kültürü ile yol açılır. Her erkeğin yetiştiriliş biçimi ile kadınlara dayatılan kadınlık rolleri ekseninde kadının nerede, nasıl, kiminle yaşayacağı, kendi geçimini hangi yollardan sağlayacağı, kendi bedenine ilişkin çocuk doğurma, cinsel arzularını ifade etme biçimlerine erkeğin müdahale etmesi sağlanmış olmaktadır. Bu açıdan tecavüz esasta negatif anlamda bir kültür haline gelmiş olmaktadır. Her erkeğin tanıyıp tanımadığına bakılmaksızın her kadını aşağılama, küçük görme, taciz etme, sözlü şiddet uygulamasından öldürmeye kadar geniş bir skalada kadının sınırlarını ihlal etme hakkını kendinde görmesi ile gerçekleşir. Kadınların kendileri olmalarını önleyen mekanizmalarla işleyen bu tecavüz kültürüne karşı kendisi olabilme (xwebun) sağlanmadığı sürece bu kültür altında şiddete uğramış olmak değil uğramamış olmak istisnai hale gelir. Bu noktada kadın kırımı kavramını fiziki şiddete, öldürmeye maruz bırakılmanın ötesinde daha geniş ele almak durumundayız.

 

Kadın Kırımına Karşı Mücadele

 

Kadın üzerindeki kırımın kültürel, sosyolojik boyutunu görmeden fiziki kırımı önleyemeyiz. Kadın kırımı karşısındaki mücadele yöntemlerinin de buna göre daha geniş bir çerçevede ele alınması gerekmektedir. Bu noktada yürütülen mücadelenin kadın kırımını önleme kapasitesi yeterli olamamaktadır. Öldürülen, şiddete uğrayan kadınlara sahip çıkma, katillerin cezalandırılmasını isteme, kadınların kazanımlarına yönelen saldırılara karşı gerçekleşen protestolar etkili olsalar da tek başında sistemi dönüştürebilme gücünde değildir. Sürekli bir olaya, bir söyleme karşı tepkiyle yükselen sonra dinen bir direnişin ötesine geçilebilmelidir. Kadın kırımına karşı yürütülen mücadelede tarihsel, kültürel, ekonomik, sosyal boyutların daha bütünlüklü görülmesi ve buna göre sistemsel çözümler üretmeye ihtiyaç vardır.

Bunun için;

  • Zihniyet dönüşümü ekseninde erkeği egemen kadını köle cinsiyet olarak inşa eden cinsiyet rejimine karşı zihniyet çalışmalarının derinleşmesi ve yaygınlaşması gerekmektedir. Küçük yaşlardan itibaren öğretilen kadınlık erkeklik rollerini aşacak eğitsel çalışmaların sadece akademik alanda üniversitelerde değil, ilk okullara kadar inmesi sağlanabilmelidir. toplumun sosyolojik, kültürel gerçekliğinin farklılığı gözetilerek çözüm yöntemlerinin oluşturulması gerekmektedir. Bu açıdan sorunların en derinleştiği alan daha çok kadın-erkek ilişkisi olduğundan aşk, cinsellik, evlilik, aile başta olmak üzere tüm kadın erkek ilişkilerinde eşitlik, özgürlük, demokratik kültür üzerine eğitsel çalışmaların yoğunlaştırılması gerekmektedir. Sadece cinsellik, evlilik, aile eksenli değil kadın ve erkeğin tüm ilişki sahalarında özgürlükçü değerler yaratabilmek hedefiyle özgür eş yaşam kuramı eksenindeki çalışmaların geliştirilmesi gerekmektedir.
  • Egemen erkeklik kadınsı olanın karşıtı, mutlak iktidar ve güç temelinde inşa edildiğinden aslında her erkek bir katil olma potansiyeli ile yetiştirilmektedir. Erkeksi olmanın bir yanını da kadından nefret (mizojini)’in oluşturduğu bu yaklaşım kadını ezmeyi bir varoluş biçimi haline getirmiştir. Egemenlik sahası sınırlandığında kadın üzerinde kurulan egemenlikten başka bir şeyi kalmayan erkeklik onu kaybetmeyi hazmedemeyerek şiddete yönelir. Tüm yenilgilerinin, mülkiyetsizliğinin, zayıflıklarının acısını kadından çıkarmayı bir erkekliğin onaylanması biçiminde algılamaktadır. Bu açıdan inşa edilen erkek kimliği erkeğin kendisine, kadın ve topluma ne kadar zarar verdiği kavratılması ve erkekte değişim arzusu ve iradesi açığa çıkartması önemlidir. Egemen erkekliğin öldürülmesi yada erkeğin dönüşümü projesi ekseninde bu erkek kimliğini dönüştürmek uzun bir süreci kapsayan zihniyet mücadelesini gerektirir.
  • Cinsiyetçiliğin aşılması, erkeğin dönüşümü, özgür eş yaşamın kurumlaşmasının gerçekleşebilmesi uzun bir zamanı gerekli kıldığından egemen erkeğin sınırlanmasını sağlayacak mekanizmalara ve kurumlara ihtiyaç vardır. Bu mekanizma ve kurumların devletler tarafından oluşturulmasını talep etmek bir yanılgıdır. Çünkü erkek egemenliği ve devlet kadın karşısında tarihsel ittifak güçleridir. Devletlerin attığı bazı adımlar olsa da bunlar çoğunlukla kadınların tepkilerini, eylem ve örgütlülüklerini sınırlama temelinde atılır ve çoğunlukla erkek aleyhinde stratejik adımların atılmasına izin verilmez. Bu nedenle oluşacak kurum ve mekanizmaların kadınları örgütlü, savunmalı, bilinçli ve ekonomik olarak kendine yeterli hale getirmesi gerekir. Hiçbir kadın erkeğin, devletin insafına bırakılamaz. Kadınların katile dur diyebilecekleri örgütlerin, saldırılara karşı kendini savunacak araç, yöntem ve kurumların, yaşamlarını devam ettirmelerini sağlayacak komünal yaşam ortamlarının yaratılması gerekiyor. Kadın özsavunma birimlerinin örgütlenmesi, özsavunma eğitimi verebilecek kurumların oluşumu, örgütlü ve hızlı organize olacak biçimde olaylara müdahale edecek ekiplerin oluşturulması da düşünülmelidir. Tehlike altındaki kadınların yada yaşamını kendi özgücüyle örgütleme arayışı olan kadınların korunma, sığınma evleri biçiminde değil, yaşam alanları olarak örgütlenmelidir. Kadın kooperatifleri, kadın akademileri, kadın köyleri, kadın komünleri bunun için oluşturulabilecek kurumlardır. Bu kurumlar, kadınların ihtiyacı olan bilgi donanımını sağlayacak ve kolektif dayanışma ile yaşam imkanlarını, ekonomik ihtiyaçlarını karşılayacak tarzda düşünülmesi gerekmektedir.
  • Kadınların tüm yaşamsal konularda söz, karar ve uygulama gücü kazanabileceği politik zeminlerden yoksun olması da şiddete zemin sunmaktadır. Ulusal, bölgesel, uluslar arası görüşmelerden yaşadıkları şehre, mahalle yada köye kadar karar süreçlerinde kadınların söz hakkı olabilmelidir. Kentsel dönüşüm için alınan bir karardan, toplumsal bir sorunun çözüm yöntemine, anayasalardan barış antlaşmalarına, aile planlamasından nüfus sorunun çözümüne kadar birçok konuda kadınların yaşamını etkileyecek kararlar çoğunlukla kadınlar olmadan alınmaktadır. Bu kararlar kadınların yaşamlarını etkilemekte, göç, mültecilik, eğitim ve sağlık hizmetlerine ulaşım, kadın bedeni üzerindeki politikalar şiddetin artmasında rol sahibidir. Kadınların siyasal alanda sembolik düzeyde değil eşit temsiliyet hakkını, kadınlara dair her kararın mutlaka kadın iradesi ile alınmasını sağlayabilmek de temel bir mücadele sahasıdır. Eşit temsiliyet, eşbaşkanlık, her alanda kadın meclislerinin ve kadınnın yerelde kendini yönetim mekanizmalarını oluşturulması, bu konuda elde edilen kazanımların savunulması da şiddete karşı mücadelede büyük önem taşır.
  • Savaş ve çatışma bölgelerinde kadınların özsavunma örgütlenmelerine, kendilerini koruyacakları ve çatışma sahalarında kendilerini nasıl koruyacaklarına dair bilgi ve araçları edinebilmesi gerekmektedir. Savaş suçlarının önlenmesi ve hesap sorulmasını sağlayacak kurumlaşmalarla birlikte kadınlara dönük suçların yargılanacağı özel mahkemelerin kurulması gerekir.
  • Fiziki olanından duygusal, psikolojik olanına, bireysel olanından devletlerden kaynaklı şiddete kadar ve kapitalizmin kadını metalaştıran saldırılarına karşı kadın özsavunma sistemlerini daha derinlikli tartışmaya ve kurumlaştırmaya ihtiyaç vardır. Medya, internet yoluyla kadınlara dönük yürütülen özel savaşa karşı bilinç oluşturmak da yine bu özsavunma kapsamında ele alınması gereken bir konu olmaktadır.
  • Kadına yönelik şiddet devlet-ataerkil sistem işbirliğinin bir sonucudur. Bu nedenle devletlerin kadınları korumasını, koruyucu yasa ve sözleşmeleri uygulamalarını beklemek, buna umut bağlamak yerinde değildir. Kadınların örgütlenme, eylem ve direnişleri ile yarattığı kazanımların kadının toplumsal sözleşmesi ile uygulanmasını öz örgütlülüğümüze dayalı sağlamalıyız. Kadın kırımı ve şiddete karşı birçok yasa ve sözleşme olmakla birlikte bunlar kadın kırımını önleme gücünde değildir. Devletlerin keyfi yaklaşımları, iktidar değişimleri ile askıya alınabiliyor, hukuk kurumları rahatlıkla kendilerine göre yaklaşımlar sergileyebiliyor. Ancak kadınların örgütlü gücü, direnişi bu sözleşmelerin garantisi olabilir.

 

Sonuç olarak diyebiliriz ki kadın kırımı tarihsel, kültürel, politik, ekonomik boyutları olan bir sistem olarak işlemekte. Bizim de ona karşı mücadelede sistemsel çözüm stratejileri yerelden dünya çapına kadar kadının ortaklaşması,birlik ve dostluğuyla üretmemiz gerekiyor.

 

 

 

 

[1] What is Femicide. UN Studies Association [Internet]. [cited 2016 March 20]. Available from: http://unstudies.org/about- unsa/acuns/acuns-vienna/projects/femicidev

[2] Abdullah Öcalan-Özgürlük Sosyolojisi

[3]                                               A.g.e

[4]                                               A.g.e

[5]                                               A.g.e

[6]                                               https://www.demokrathaber.org/guncel/bm-suriye-sorusturma-komisyonu-baskani-turkiye-ve-smo-savas-sucu-h133985.html

[7]                                               http://www.hawarnews.com/kr/haber/evn-hec-hemo-rapora-neteweyn-yekby-ne-temam-e-h36374.html

[8]                                               Giorgio Agamben-Kutsal İnsan

Bunları da beğenebilirsin