KADIN ÖZGÜRLÜĞÜNE DAYALI TOPLUMSAL ADALET

Giriş:

Kavram olarak “adalet” birçok dilde kadın ismi yada dişil bir kavram olmasına rağmen binlerce yıldır adaletsizliği en derinden yaşayanların kadınlar olması oldukça çelişkili ve çözümlenmesi gereken bir konudur. Yakılan, işkenceden geçirilen, recmedilen, fahişe ya da deli olarak damgalanarakher türlü hakarete maruz kalan, kapatılan binlerce kadının hikâyesi vardır tarih sayfalarında.  Hikâyesi bilinmeyenlerin sayısı ise bunları kat be kat aşmaktadır. Hele de bu kadınlar hakları için mücadele eden, savaşan kadınlarsa onlara biçilen hukuk Sakine Cansız, Leyla Qasım, Şirin Elemhuli, Roza Luksemburg ve Olimpia de Gueges’e uygulanan hukuk olmuştur.

Hukuk fakültelerinin, mahkemelerin ya da adalet saraylarının önünde, başında buğday başaklarıyla, elinde kılıcı ve terazisi olan bir tanrıça heykeli ile sembolize edilmiştir adalet. Ancak o mahkeme salonlarında alınan kararlarda, tecavüze uğradığını ispatlaması istenen kadınlar hakimlerin, avukatların, doktorların ya da kendine bilirkişi denilen insanların başka biçimlerdeki tecavüzüne maruz kalıp, pişman edilir adaleti aradığına. Kimi ülkelerde ise adaleti kendisi sağladığı için yargılanır, hatta öldürülür kadınlar. Tıpkı İran’da 2014 yılında Rıhanne Jabbar’ın idam edilmesi gibi. Kendisini döven, hakaret eden, satan ya da satın alan kocalarla barıştırılarak cevap verilir kadınların hak arayışlarına. Çocuk yaştaki kızların erkekleri tahrik ettiği, tecavüze rıza gösterdiği söylenerek uğradıkları saldırlar meşrulaştırılıp teşvik edilir. Taş heykelden tanrıçanın gözlerinin adil olması için bağlandığı söylense de sanki kadınların yaşadıkları adaletsizliklere göz yumması için bağlanmış gibidir. Adalet sisteminin çok geliştiği, hukukta tarifi yapılmamış hiçbir toplumsal hak, sorumluluk yada suçun olmadığı söylenir. Hukuk fakültelerinde yılda binlerce avukat, savcı ve hâkim yetişmektedir. Ancak dünyanın dört bir yanında adaletsizliğin her geçen gün artmadığını kim söyleyebilir?

Adaletsizliği sadece kadınlar yaşamıyorlar elbette. Ezilen olarak adlandırılan sınıflar, halklar, inançlar da bu adaletsizliklerden paylarını alırlar. Her toplumsal ilişkinin en ince ayrıntısına kadar tarif edildiği, suç ve ceza kriterlerinin belirlendiği anayasalar bu adaletsizliklerin dayanağıdır. Çünkü bu yasalarda insan tanımı erkek için, hak ve özgürlükler de yine erkekler lehine tanımlanmıştır.  Binlerce yıldır değişmeden kalan tek yasa ailede kadının konumudur. Erkeği evin reisi olarak tanımlayan yasalar yakın zamana kadar da yürürlükteydi. Şimdi Avrupa’nın genelinde ve Türkiye gibi bazı ülkelerde  yasalarda yer almıyor olsa da bu ülkeler dahil ve yasasını değiştirmeyen ağırlıkta Ortadoğu ülkelerinde uygulama olduğu gibi korunur.

Kadın özgürlük hareketleri yüzlerce yıl hukuki eşitlik, bu hukuk sistemi içinde kadınların haklarına kavuşması mücadelesi yürüttüler. Uğruna büyük bedeller verilmesine, uluslararası alanda bağlayıcılığı olduğu söylenen anlaşmalara ve kâğıt üzerindeki eşitlik iddialarına rağmen; mevcut hukuk sisteminin kadınlar ve toplum için adaleti sağlayacak bir karakterde olmadığınıgün geçtikçe daha derinden hissediyor ve yaşıyoruz. Et bozulmasın diye tuzlanırken, tuz bozulunca yapacak bir şeyin olmaması misali; mevcut hukuk sisteminin kendisinin sorunlu olduğunun bilinci ile toplumsal adalet sisteminin devlete değil, toplumun yaşayan ahlâkı üzerine bina edilmesi gerektiği giderek daha derinden hissedilmekte, acil bir ihtiyaç haline gelmektedir.

Bu konuda kadın hareketi olarak ahlâkı esas alan bir adalet sisteminin oluşumunda etkili bir rol oynanması gereği açıktır. Ahlak toplumu bir arada tutan ilkeler olarak kadın etrafında gelişen ilk toplumsallaşmadan itibaren geçerlidir. Oysa tarihteki ilk hukuk kuralları ve yasalar, şehir devletlerinde ve topluma karşı devletin korunması ekseninde ortaya çıkmıştır. Ticaret, boşanma, miras gibi hususlara dayanan, ağırlıklı olarak da toplumun, bireyin haklarını değil, topluma karşı devleti ve mülkiyeti korur bu yasalar. Ana kadın düzenine karşı geliştirilen bu yasalar günümüze kadar da kadına karşı erkeğin, topluma karşı devletin, yoksula karşı zenginin haklarının korunması esasına dayanır. Diğer yandan kadının özgürlük ahlakına dayalı gelişen ahlaki sistemler devletçi, egemen erkek düzenine karşı çıkışın da dayanağı olmuştur. Bu da kadına dayalı adalet sisteminin dayanakları konusunda bize yol göstermektedir. Bu tarihsel miras ve değerlerin güncel sorunları da kapsayacak biçimde ifadeye kavuşması olarak Kadının Toplumsal Sözleşmesi’ni esas alan bir adalet sistemi bugünden pratikleştirilebilecek bir konumdadır.

Uygarlığın başlangıcından bu yana sürekli aşındırılan ahlak, kapitalist modernite ile birlikte tümden ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. İnsanı ve toplumunu karıncalar ve robotlar haline getiren bu sisteme karşı toplumu savunmak ancak kadının geliştireceği bir etikle (ahlak bilimi) yaşam bulabilir. Önderliğimiz bu nedenle etiği jineolojinin temel alanlarından biri olarak tanımlayarak şunları ifade etmiştir “Kadın ahlâki ve politik toplumun asal öğesi olarak özgürlük, eşitlik ve demokratikleşme ışığında yaşamın etiği ve estetiği açısından da hayati rol oynar. Etik ve estetik bilimi kadın biliminin ayrılmaz parçasıdır. Yaşamdaki ağır sorumluluğu nedeniyle kadının tüm etik ve estetik konularda hem düşünce hem de uygulama gücü olarak büyük açılım ve gelişmeler sağlayacağı tartışmasızdır… Etik açıdan da kadının sorumluluğu daha kapsamlıdır. İnsan eğitiminin iyi ve kötü yönlerini, yaşam ve barışın önemini, savaşın kötülüğü ve dehşetini, haklılık ve adalet ölçülerini değerlendirme, belirleme ve kararlaştırmada kadının ahlâki ve politik toplum açısından daha gerçekçi ve sorumlu davranması doğası gereğidir. Tabii erkeğin kuklası ve gölgesi kadından bahsetmiyorum. Söz konusu olan özgür, eşit ve demokratikleşmeyi özümsemiş kadındır.”

Tarihsel açıdan da bakıldığında toplumsallaşmayı sağlayan ahlaki ilkelerin ilk kez kadınlar tarafından ortaya konulduğu görülür. Diğer yandan ahlakın aşındırılmasının ilk mağduru ve günümüzde en ağır kurbanları da kadınlardır. Devletlerin hukuk sistemlerinde, kendini en demokratik ilan edeninden en despot olanına kadar en adaletsiz yaklaşılan kesimin başında kadınların geldiği şüphe götürmez bir gerçekliktir. Önderliğimiz heyetlerle yaptığı görüşmede yaşanan ağır bunalım için “Çözüm kadının eşitlik, özgürlük hukuku ile beraber olur. Kadın hukuku özgürlük hukuku benim için esastır” belirlemesinde bulunarak bu konudaki sorumluluğumuzu biz kadınlara yeniden hatırlatmıştır.

Toplumun yaşayan ahlakı olarak binlerce yıllık geçmişi olan kadın hukukuna dayalı toplumsal adalet sisteminin geliştirilmesi tarihsel olduğu kadar güncel sorunlar açısından erkenden yerine getirilmesi gereken bir görevdir. Toplumsal adaletin kadının özgürlüğünü esas alan bir temele dayalı olarak inşa edilmesini sağlamada bir ön yoğunlaşma sağlayacak böylesi bir çalışmanın bu yönlü ve mücadele ve çabalarımıza da katkı sunacağına inanıyoruz.

ADALET KADINDIR

Adalete ilişkin o kadar çok şey yazılıp çizilmiştir ki anlaşılması ve pratikte uygulanması tam bir muamma halini almıştır. Dünyada çokçeşitli adalet algılarının olduğunu söylemek mümkündür. Herkes adaletten bahseder, herkes bu dili kullanır. Bu anlamda baskıcı ve sömürgeci sistemin en fazla üzerinde kavram karmaşası yarattığı ve çarpıttığı bir kavram da Adaletkavramı olmaktadır. Adaletin yasalarla tanınmış olması ve salt hak-hukukla özdeşleştirilmesi büyük bir yanılgıdır. Bu yaklaşımkavramın dar ve biçimsel anlamda kalmasına yol açmaktadır. Adaleti her zaman yazılı tarihle veya salt topluma indirgeyerek başlatmak dakavramın anlamını ve değerini tüketmektedir. Adalete ilişkin algımızı, bakış açımızı değiştirmek “Zihniyet Ve Vicdan Devrimini” gerçekleştirmek açısından önem taşımaktadır. Adaleti yeniden tanımlarken bu konuda ufkumuzu, anlam potansiyelimizi geniş tutmalı, adaleti yaşamın, doğa-evrenin merkezine de yerleştirebilmeliyiz.

Tanım olarak adalet doğruluk, dürüstlük, birey ve toplum hakları arasında dengeyi, eşitliği anlatan bir kavram olarak betimlenir. Fakat bu bir yönüdür. Önder APOadalete ilişkin yaptığı tanımlamada “Gerçek adalet farklılıkları temel alan bir eşitlik anlayışı içinde gerçekleşebilir” demektedir. Bu tanımından da anlaşıldığı gibi adalet, farklılıkları koruyan, eşitlik ve uyumu sağlayan bir kavramı ifade etmektedir. Öyleyse adalet kavramını anlamak için kökenini evrenin oluşuna kadar varan bir gerçeklik olarak ele alıp değerlendirebiliriz.

Adalet tüm canlıları –evrende dâhil- kapsayan, evrensel anlam taşıyan bir olgudur. ‘Evreni anlamak adaleti anlamaktır’, felsefesinden yola çıkarsak, evrenin oluşum seyrini incelendiğimizde evrenin de bir adalet sisteminin olduğunu görmek mümkündür. Bilim insanlarının son kuantum fiziğinden çıkardıkları sonuçtan da anlaşıldığı gibi, evrendeki tüm işleyiş, çeşitlilik ve farklılıklar bugün canlı bir evren-doğa ile karşı karşıya olduğumuzu gösteriyor. İğne ucu kadar bir noktada toplanan enerjinin ortaya çıkardığı –BigBang patlaması- büyük mucizeyi gözlemlemeye başladığımızda müthiş bir organizasyonla karşılaşmaktayız. Atom altı parçalardan yıldızlara, gezegenlerden, toprak, su ve bitkilere, hayvan ve insana kadar milyonlarca canlı çeşidinin ve farklılıkların oluşum seyri, özgürce hareketleri evrende bir simbiyotik ilişkinin varlığını ortaya koymaktadır. Ay ve Güneşin hareketi, saniyede 300.000 km. giden ışığın hızı, Hidrojen ve Helyum’unvarlığı, dünyadaki en küçük bir kum tanesinin dahi duruşu gibi farklılıkların birbirlerini bastırmadan, yok etmeden sürekli oluşumu evrende bir adalet düzeninin işlediğini gösteriyor. Adalet, doğada tüm canlılar arasında bir dengeyi, farklılık ve çok renklilik içerisinde uyumu ve eşitliği ifade ediyorsa, öyleyse adaleti en iyi sağlayan ve işletende doğa-evrenin kendisi oluyor.

Doğa-evrenin bu kendi iç işleyişinden ve dengesinden hiç taviz vermediği görülüyor. Her şey bir denge ve uyum içerisinde işliyor. Zira her ne kadar endüstriyalizm canavarı doğanın, eko-sistemini tahrip etmiş, dengesini bozmuş olsa da evren-doğa kendi düzeninden asla taviz vermiyor. Evrende parçacık-enerji ve hareketler olmasaydı bu kadar farklılık ve çeşitlilik oluşamazdı. Evrendeki her canlı oluşumun kökeninde bir adalet ilkesi vardır. Bunun en somut örneği doğanın kendisidir. Mevsimlerin oluşumundan, denizdeki yosunlara, tek hücreden milyonlarca hücreye, çoğalarak, farklılaşarak evren akışının sürekli bu şekilde ömrünü sürdürmesi bunun sadece doğa-evrenin canlı oluşunu açıklamıyor aynı zamanda onun bu akış içerisinde doğal bir adalet sistemi oluşturduğunu gösteriyor.

Bu anlamda Adalet kavramını güç ve iktidarla, erkek egemen zihniyetle ele almayacağımız gibi, tarihsel toplum mirasından kopuk değerlendirmek de yine yanılgılı ve yanlış bir yaklaşım olacaktır. Adalet evrenden, doğaya, doğadan insana, insandan topluma kadar gelen bir mirastır. Ahlaki davranışın en önemli özelliklerinden biri ve insanın vicdanında yer edinmiş, toplumsallığa ait değerli bir erdemdir adalet.

Devletli uygarlık öncesinde mutluluğun, özgürlüğün dayanağı olan “adalet” kadın etrafındaki bir sistemi ifade ederdi. Bu nedenle adalet birçok kültür ve dilde dişil bir kelime ya da kadınlarla, tanrıçalarla sembolize edilmiştir. Sümerce ve Kürtçede dad kelimesi hem ana hem de adalet ve yargı anlamlarını taşır. Bu kavram Zerdüştlük’te de hukuk anlamında kullanılmıştır.  Bu bakımdan adaletin mekanı olarak kavramlaştırılan dadgeh Kürtçede kadının mekanı anlamına gelse de mevcut durumda mahkeme olarak kurumlaşan adalet mekanları oldukça soğuk, kadın renginin olmadığı, eril bir karakter kazanmıştır. Birçok dilde dişil olan Adalet kelimesi Türkçe, Farsça ve Arapçada kadın ismi olarak kullanılır. Yunancada Adalet anlamına gelen dike ve bugün İngilizce, Fransızca ve birçok dilde kullanılan justice kelimeleri de adalet tanrıçalarının isimlerinden gelmiştir. Günümüzde hala mahkeme ya da adalet binalarının önündeki elinde terazi ve kılıçla simgelenen kadın heykelleri de Yunan Adalet Tanrıçası Themis’i ya da Roma Adalet tanrıçaları Astrea (Dike) ve Justiteyi simgeler. Bu heykellere genelde LadyJustite “Bayan Adalet” adı verilir.

Tarihsel toplum gerçekliğini irdelediğimizde adaleti, kadın etrafında şekillenmiş toplumsal yaşamtarzının temel bir ilkesi olarak tanımlamak doğru olacaktır. Doğal toplum ve daha sonrası Neolitik toplum da diyebileceğimiz bu ilk insan topluluklarının yaşam düzenini en iyi örgütleyen ve denetleyen öncü güç kadındır.Toplayıcılık ve avcılıkla uğraşan bu ilk insan toplulukları ahlaki değerler yaratarak yaşamlarını ortak, kolektif bir tarzda geliştirmiştir.Kadın etrafında gelişentoplumsal ilişki ve yaşam tarzı komünal, eşit, paylaşımcı ve ahlakla bütünlüklü olarak oluşmuştur. Güç-iktidar olma ve topluma hükmetme anlayışı bu kadın merkezli sistemde henüz gelişmemiştir.Anadan gelen soy zinciri toplumsallığın bir başlangıcıdır.Ana-kadın toplumda doğal otoriteye sahiptir.Kadındaki bu öz, toplumsallığı geliştirmekle ilgili bir özdür ve toplumuyla bir bütündür. Hükmetmek, topluma‘Zor’ kullanmabu anlamda kadının özüne ters bir yaklaşımdır.

Toplumlar tarihinin başlangıcından günümüze kadar var olan bir olgudur adalet. Bu ilk toplumsal gelişim aşamalarında yaşamı ve toplumsallığı en iyi şekilde sağlayan değerlerin kadın öncülüğündegeliştiğini ve insanlığın bugün varolmayı bu değerlere borçlu olduğunu iyi bilmesi gerekir.

Kadınlarda hala yaşayan bu özellikler, toplumda kapsayıcılığı, emek ve üretkenliği, barışçıl ve paylaşımcı özü tanrıça ananın toplumsal adalet düzeninden gelmektedir.Yine kadının doğaya yakınlığı, doğayla ilişkisi bir ana-çocuk ilişkisi gibidir. Çocuğa baktığı gibi, toprağa, bitkilere ve hayvanlara bakmakta, onlarla dost olmaktadır.Biyolojik olarak da kadın doğa-evrenle benzer özellikler taşımaktadır.Yaşamın sürekli akışkanlığı ve kendisini daima yenilemesi kadında da gerçekleşmektedir. Kadın, yaşamla, doğayla özdeş kılınır, toplumu tarafından kutsallaştırılır.Sezgisellik, kutsallık, adalet, özgürlük ve barışçıl özellikler kadının doğasında vardır. Doğayla hep bir empati içerisinde, hiç ayrım yapmadan doğada ilişkilendiği tüm canlılara adil ve eşit düzeyde sevgi dağıtmaktadır. Bunun için kadın kendisini doğaya daha yakın hissetmekte, ondan bir parça, doğanın bir özeti olduğunu iyi bilmektedir.

Bunu bilen kadın,doğa-evren düzenini kendi toplumsallığına dauyarlamakta,komünal yaşam düzenini adaletli, ahlaklı ve özgür bir şekilde oluşturmaktadır. Neolitik toplum düzeninde herkes özgür, eşit ve adil bir yaşam tarzı sürmekte, toplumsal kurallar ahlak ile belirlenmektedir.Sınıf çelişkisinin olmadığı, herkesin eşit düzeyde tutulduğu bir yaşam tarzı vardır. Bu anlamıyla ilk toplumsal adaletin temeli ana tanrıça kadının kendi emeği ve çabasıyla atılmış ve giderek kadınınyarattığı bukomünal değerler-emek, yaratıcılık, ahlak, eşitlik, özgürlük, demokrasi, yiğitlik, güzellik ve adalet- tarihin büyüktoplumsal devrimini -Neolitik Devrimi- gerçekleştirmiştir.

Kadının adaletine dayalı yaşamda ağır toplumsal sorunların gündemde olmadığını nereden anlıyoruz diye sorulacak olursa; şehir devletlerinin ortaya çıkışına kadar geçen süreçte bir savaş sonucu çok sayıda insanın öldürüldüğü mezarların olmaması bunun en önemli kanıtıdır. Muhtemelen toplumda bir işin yapılış biçimine yada insanlar arasında bireysel kavga ve sorunlar olmuştur. Ancak bu sorunlar ahlaki ilkeler temelinde çözüme kavuştuğundan büyük çatışma, kavga ve savaşlara neden olmamıştır.

 

ADALETİN TANRIÇALARI-TANRIÇALARIN ADALETİ

 

Kadın etrafında gelişen yaşam ve onun adaleti mitolojilerdeAdalet Tanrıçaları biçiminde ifade edilir. Sümer, Hitit, Mısır, Yunan ve Roma mitolojilerinde adaleti temsil eden tanrıçalardır. Ana kadın adaletli, eşitlikçi ve komünal düzenine karşı kurnaz erkeğin adaletsiz düzeninin gelişimiyle adalete olan ihtiyaç ve arayış da oldukça güçlenmiştir. Toplumda ahlakın korunması, kutsal yasaların ihlal edilmemesi için bu adalet tanrıçaları insanların yaşamlarını ve davranışlarını denetler. Sonradan dinlere günah-sevap, cennet-cehennem ikilemleri olarak giren ilk hikayelere bu mitolojik anlatımlarda bolca rastlarız.

Akadlarda İştar’a atfedilen bir tabletteki; “Ben ki Tanrıça İştar’ım, Hayat denilenim, Siz bana ölüm deseniz bile. Yasa denilenim, Siz bana kuraldışı deseniz de. Aradığınız benim ve bulduğunuz. Dört bir yana saçtınız beni ve şimdi parçalarımı topluyorsunuz”  sözleri yasanın sahibi olan tanrıçanın kurnaz tanrılar karşısındaki son feryatları gibidir.

Sümer’in ahlaki davranışlardan sorumlu tanrıçası Nazi (Nanşe)’nin isminin aralarında Roza Luksemburg’un da bulunduğu sol-sosyalist, demokrat kesimden, Yahudi, Çingene halkına mensup milyonlarca insanın katliamından sorumlu Alman faşist partisinin ismi olması da yapılan büyük çarpıtmayı işaret eder. Sümer’de sosyal adaleti koruyan tanrıça Nanşe senede bir kere insanları iyi veya fena hareketlerinden dolayı yargılar, kötüleri cezalandırırmış. Bu inanış İslam’a da Şaban ayının onbeşinde Berat Kandili olarak girmiştir. Sosyal adalet tanrıçası Nanşe’nin insanlarda beğenmediği hareketler ise tabletlerde şu sözlerle ifade edilmiştir:

Öksüzleri bilen, dulları bilen,

İnsanın insana yaptığı zulmü bilen,

Öksüzlerin annesidir o.

Nanşe dulları koruyan,

Fakirlere haktanır olan.

Sığınanlara kucak açan,

Güçsüzlere barınak bulan kraliçedir o.

Beğenmedikleri;

Kanunsuz yolda gezen,

Geçerli olan gelenekleri aşan, anlaşmaları bozan.

Fena yerlere beğenerek bakan,

Büyük ağırlık ölçüsü yerine küçüğünü koyan,

Uzun ölçü yerine kısasını kullanan

Kendine ait olmayanı yiyip de “yedim” demeyen

İçip de “içtim” demeyen

İnsanlar fena kimselerdir tanrıça Nanşe için.

 

Sümer toplumunda devletli, sınıflı, erkek egemenliğinin gelişimine rağmen kadın hakimlerin ve kadınlara dair davaların kadınlar tarafından görülmesi de kadına dayalı adaletin gücüne işaret eder. Günümüzde dahi kadınlara ilişkin davalarda kadın hakim yada avukatların görev alması, kadınların özgünlüklerini gözeten yargılamalar yapılmamaktadır.

Hitit güneş tanrıçası Arinna’ya atfedilen “Arinna’nın Güneş Tanrıçası! Sen büyüksün! Tanrılar arasında hiçbir Tanrı senin gibi yüceltilmiş ve büyük değildir. Adaletin Tanrıçası sensin!” dizeleri de adaletin sahibi tanrıçayı işaret eder. Hititlerde kadınların daha etkili olduğu bilinen büyü faaliyetlerinde “yaşlıkadın”lartarafından aile içi kavgalara, cinayete, koca ya da karısını yerdenalma, bir kişinin arkadaşının kafasına vurmasına ve kötü söze karşı çok çeşitli konularda ritüeller düzenlenmektedir. Yaşlı kadının aile bireylerini barıştırmak için düzenlediği ritüelin, kavga sırasında birbirlerine söyledikleri “kötü, lanetli, acı” sözlerin olumsuz etkisinden kurtarmak ve tekrar kavga etmelerini engellemek için bu kötü lanetli sözleri bir daha geri gelmeyecek şekilde onlardan uzaklaştırmak amacına yönelik olduğu belirtilmektedir. Bu ritüelde büyücü kadın şunları söyler;

“eğer baba ve oğul, koca ve karısı ya da erkek kardeşve kız kardeşkavgaederlerse onları birlikte iken barıştıracağım.”

Hurri kökenli Hitit kraliçesi Puduhepa’nın mahkemede yargıç olduğu davalara dair belgeler bulunmuştur. Hatta Puduhepa Hitit saraylarındaki yolsuzluk ve hırsızlık karşısında tarihin sayfalarına geçen “temiz eller operasyonu”nu gerçekleştiren kraliçedir.

Musevilik öncesi İştar’ın Kenan toplumlarındaki ismi Astarte idi. Astarte ve onunla birlikte Fenikelilerin Bereket Tanrıçası olan Anat da adaletin tanrıçası olarak bilinirdi.

Mısır’da Adalet ve Doğruluk tanrıçası olan Maat; Ra’nın kızıdır ve Thoth’un eşidir. Maat saçında devekuşu tüyü olan uzun boylu bir kadın olarak belirtilmiştir. Bu tüy saf iyiliği,hakikati ve doğruluğu temsil eder. Ölüler kitabında kişinin ölümden sonra tanrılar tarafından sorgulandığı salonun adının da Maat olduğu ifade edilir. Bu salonda ölünün kalbi terazinin bir kefesine konur, diğer kefeye de Maat simgeleri olan kuş tüyü veya bir göz durmaktadır. Maat’ın tüyü ölünün saf ve dürüst bir hayat yaşamış olup olmadığına karar vermek için ölünün kalbini dengelermiş. Eğer, kalp tüy ile dengede kalırsa, ölü yeraltı dünyası olarak bilinen Duat’taölümsüz yaşama hak kazanır. Çünkü tüy kadar hafif yürek günah ve İblis’in yükünü taşımıyor demektir. Günahları nedeniyle ağır gelen ruhlar ölülerin kalbi ile beslenen canavar Ammit tarafından yenir.

İnanna kültünün devamı olan tanrıçalardan Yunanlı Demeter’le Mısırlı İsis’e erdemli bilgeliğin, öğüt ve adaletin dağıtıcısı ve yasa düzenleyicisi olarak yakarılıyordu.

Yunan mitolojisinde adaletli bir sistemin korunmasından sorumlu olan bir çok hikaye ve tanrıçadan bahsedilir. Bunlardan biri Uranos’laGaia’nın kızı ve dişi bir titan olarak tanımlanan Themis’tir.  Kanunların, adaletin, örf ve adetlerin tanrıçasıdır. Themis adı koymak, yerleştirmek, oturtmak anlamına gelen bir kökten türemiştir. Themis, kanundur, kuraldır, yasanın ta kendisidir. Tanrılar dünyasında da, insanlar dünyasında da değişmez, evrensel ve ölümsüz doğa yasasıdır bunlar. Tanrısal yasadır, onun karşıtı insansal yasa ise Nomos’tur. Günümüzde hala erkeklerin kadınları katlederken sığındıkları “namus”un karşıtı olan yasaları temsil eder. Yani nomos erkeklerin kuralları olurken,Themis binlerce yılın tanrıça kültürünün tanrısal yasalarının koruyucusudur. Olympos’ta yaşayan Themis’in tanrıların toplantılarına başkanlık ettiği, Olympos’taki düzeni koruduğu söylenir. Zeus ile evlenen Themis; Horalar ve Moiralar’ı doğurmuştur. Zamanların ve mevsimlerin tanrıçaları olan Horalar üç kızkardeştir (Eunomia, Dike, Eirene). Disiplin anlamına gelen Eunomia, hak, doğruluk ve adalet anlamına gelen Dike ve barışın tanrıçası Eirene. Moiralar ise kader tanrıçalarıdır. İnsanlara mutlu ve mutsuz yaşama paylarını veren üç kız kardeş Klotho, Lakhesls ve Atropos’tur. Dike kimi yerlerde ise Astrea adı ile bilinir ve hak, adaleti simgeler.

Astrea, insanların sözlerinde, hareketlerinde doğruluktan ayrılmamalarını sağlamaya çalışır. Bu tanrıçanın sadece öğüt vermekle yetindiği ve harekete geçirmekten aciz olduğu söylenir. Ana tanrıçanın gücünün giderek zayıflatıldığı, ataerkilliğin kurumlaştığı bir toplumda bu bizi çok da fazla şaşırtmaz. Fazilet ve adalet ilham eden Astrea, insanların mutlu yaşadığı dönemlerde onların arasında yaşarmış. Ahlaksızlık ve kötülükler artınca gökyüzüne çıkıp yıldızlar arasına yerleşmiştir. İnsanlar öldükten sonra onları yıldızlar arasında yargılayan tanrıça olarak bilinir.

Diğer bir tanrıça olan Nemesis ise dünyada adaleti koruyan, haklıyı haksızdan ayıran ahlak tanrıçasıdır. İnsanlarda ölçüsüzlüğü, kendine ve talihine aşırı güveni cezalandıran varlık olarak gösterilir. Adalet tanrıçası ve hiddete kapılanlara sakin olmalarını telkin eden bir diğer tanrıça ise Praksidike’dir. Onun da adı birlik anlamına gelen Homonoe ve fazilet anlamına gelen Arete adında iki kızı olduğu rivayet edilir.

Roma’da ise adalet tanrıçasının adı İustitia (Justitia)’dır. Yunan mitolojisindeki Dike’ye benzemektedir. İustitia Altın Çağda insanlar arasında bulunurken, insanların gitgide daha çok suç işlemesi onun artık yeryüzünde tutunamamasına yol açmıştır. Göğe çıkmış ve burçlar arasında Bakire burcu olmuştur.

Hem doğa hem de toplumsal yasaların tanrıçalara atfedilmesinin toplumdaki yansıması soyun, mirasın, tahta çıkma hakkının anayanlı belirlendiği bir döneme işaret eder. Evlilik kurumu açısından da kadının seçimi ve çok sayıda eş alabilme hakkı olduğu görülür. Daha sonra bu yasaların tümden ataerkil ve baba yanlı hale gelebilmesi için kadın etrafındaki toplumsallığın dağıtılması ile gerçekleşir. Ataerkilliğin kurumlaşmaya başladığı dönemde dahi bunun izlerine bolca rastlanır. Eril tanrılar ve tanrı-krallar yönetim olduklarında dahi kadın yargıçların varlığına rastlarız. Bir yazıda İştar şöyle der “benim duruşmadaki varlığım, konuyu kavramış bir kadının varlığıdır”. Kuzey Mezopotamya’da kadınların yargıç ve hükümet görevlisi olduğunu gösteren kayıtlar çıkarılmıştır. Bu kayıtlar İ.Ö 8. Yy’da bile kadınların önemli ve saygın bir konumda bulunduğunu kanıtlamaktadır. İ.Ö. yaklaşık 2000 yılları sonrası Elam’la ilgili yasa belgeleri, kadınların tek mirasçı olduğunu göstermektedir. Evli bir kadın kocasıyla miras ortaklığı yapmaktan kaçınmış, mirasını kızına bırakmayı tasarlamıştı. Bir başka tabletteyse, oğulla kız çocuğun mirası eşit olarak paylaşması gerektiği belirtiliyor, kız çocuğun adı önce anılıyordu. Birkaç tablette de kocanın sahip olduğu her şeyi karısına bıraktığı; çocuklarının ancak analarına saygı gösterip bakımını üstlenirse miras alabilecekleri anlatılıyordu.

 

ERKEĞİN  YASALARI

Kadının bedeninden, tüm toplumsal ilişkilerine kadar her şeyinin kutsal görüldüğü bir sürecin ardından gelişen ataerkil sistemin kadını düşmanlaştıran, şeytanlaştıran, kötülüklerin kaynağı haline getiren zihniyeti erkeğin şekillendirdiği yasalara da yansımıştır. Mitolojilere ana tanrıçaların giderek zayıfladığı, öldürüldüğü, düzenlerinin yıkıldığı, tüm sanatlarının gasp edildiği hikayelerolarak yansıyan bir dönem başlar.

Sümer mitolojisinde Enki, Babil’de Marduk, Asurlarda Assur, Hititlerde Teşup, Fenike’de Baal, Yunanlarda Zeus, Roma mitolojisinde Mars, Latinlerde Jove tanrılar-tanrıçalar panteonunda tek tanrı olarak yükselmektedir. Çoğunlukla fırtına, güneş ve şimşeklerle anılan bu tanrılar tek tanrılı dinlere geçişi de ifade ederler. Birçok mitolojik hikâyede bu tanrılar kendilerinden önceki düzeni simgeleyen ve bir tanrıçayı öldürerek dünyaya düzen getirirler. Kendilerini ana tanrıça döneminin yasalarının yarattığı ahlaksızlık, karmaşa karşısında düzeni kuran tanrılar olarak ilan ederler. Mitolojik hikâyelerde bu durum bir canavarın, ejderhanın ya da yılanın öldürülmesi ile kaosun sona ermesi biçiminde anlatılmıştır. Artık doğada ve insan toplumlarında geçerli olan yasalar savaşçı, egemen bir tanrının yasaları haline gelir. Buna boyun eğmeyenler ise bu tanrılar tarafından cezalandırılır. Kanun, kural ve yasa kelimelerinin giderek din ve tanrı ile özdeşleşmesi de bununla birlikte gelişir. Roma Tanrısı Jove’nin adının Latince kanun anlamındaki ius kelimesinden gelmesi de modern hukuka kaynaklık eden Roma hukukunun ideolojik dayanaklarını gösterir.

Erkek egemenliği ve hanedanlık ideolojisinin gelişimi ile paralel biçimde soyun korunması, erkeklerin soylarını sürdürecek oğullara sahip olmasının önemi giderek artmış; bu da özellikle evlilik, boşanma, zina ve miras konularındaki yasalara yansımıştır. Günümüze kadar bu durum yazılı, yazısız tüm yasalarda belirleyici rol oynamaktadır. Kadınlar açısından doğuracakları çocukların kendisine ait olduğuna dair bir muğlaklık olmadığı için erkekler için ataerkil zihniyetin gelişimi ile birlikte bu durum temel bir sorun teşkil etmiştir. Kadınların bedenlerinin denetim altına alınmasını zorunlu gördüklerinden tüm yasaların ruhuna da bu yansımıştır.

En eski kanunların Annesi Tiamat’ı öldürerek baş tanrı haline gelen Marduk tapınağında taş levhalar üzerine yazılan Hammurabi Kanunları olduğu söylense de ondan daha öncesine tarihlenen yazılı kanunlar da bulunmuştur. Urkagina reformları (İ.Ö yaklaşık 2300) kadınların eskiden iki koca alabildiğinden söz eder; ama bu ala karısı sayması beklenirdi. Yasadışı cinsel ilişkilere verilen bir cezadan söz edilmiyordu. Hammurabi yasalarına göre bir kadın başka bir erkekle cinsel ilişkiye girerse kendisinden beklenen tapınağa gidip kralın yönetimi sırasında o da yasaklanmıştır. Eshnunna yasalarına göre birinci karısı çocuk doğurmasına rağmen ikinci bir eş alan erkek malsız mülksüz evden atılırdı. Eshnunna’da bir kadın kocası savaştayken başka bir adamdan çocuk doğurursa adamdan kadını h ant içmesi sonra da evine ve kocasına dönmesiydi. Asur ve İbrani yasalarıysa kocaya kadınla sevgilisini öldürme hakkı veriyordu. Hala aşiret ve inanç sistemlerinde kadınların öldürülmesinin kılıfı haline getirilen yasalar da kaynağını buradan almaktadır. Kocası ölen kadının adamın kardeşine verilmesi hanedanlık ideolojisi ile açığa çıkmış, bir çok devletin de yasası olmuştur. Miras, Zina ve recm ile ilgili yasalar da Tevrat’ta, Babil ve Hitit yaslarında yer bulan ama kaynağını halkların yaşayan ahlaki yasalarından almayan uygulamalardır.

Erkek egemenliğinin kurumsallaşması ile bağlantılı bir biçimde ataerkilliğin güçlenmesi, kadının ise güçsüz kılınması temelinde bir sürecin işlediğine tanık oluruz. Bu durum devletlerin yada dinlerin kural ve yasalarına da yansır. Roma hukukunun dayanağı olan 12 Levha yasalarında aile reisi babadır ve aile babası, kadın ve çocukları üzerinde yaşam ve ölüm gücüne sahiptir. Türkiye’de aile reisinin baba olduğu yönündeki Medeni Kanun hükmü ancak yakın bir zamanda kadınların yürüttüğü mücadele ile değiştirilebilmiştir.

DİNLERİN KADIN HUKUKU

İbrahimidinlerin ilk çıkışları tanrı krallara karşı bir ahlaki çıkış olmuştur. Ancak ataerkilliğin kurumlaşmasına da önemli katkılar sunmuştur. İnsanların kadın ve erkek olarak yaratılışlarını ve cennetten kovulmalarını ifade eden Adem ile Havva hikâyesinde kadının ikincil ve günahkar olarak tanımlanması dinlerde kadınlara dönük uygulamalarda günümüze kadar da belirleyici bir etmendir.

Tevrat’ta kadının erkeğin kaburgasından yaratılması ve yılana kanması ve Adem’i de ikna etmesi nedeniyle cezalandırılması söz konusudur. Kadın acılar içinde doğurmaya ve kocasını efendi olarak kabul etmeye mahkum edilirken, erkek sadece alın teri dökerek geçimini sağlamakla cezalandırılmıştır. İncil’de de Havva’nın Adem’den sonra yaratıldığı ifade edilerek ilk günah konusunda “aldatılan da Adem değildi, kadın aldatılıp suç işledi” denilerek bu nedenle “kadının sessiz ve uysal” olması istenir. Kadının öğretmesine ve erkeğe egemen olmasına izin verilmemesi de bu günahkar konuma bağlanır. Kadının bu günahın kefaretini doğum yaparak ödeyeceği belirtilir. Kuran’da kadının erkeğin kaburgasından ve ikincil olarak yaratıldığına dair bir söylem yoktur. Ancak kadının ikincil konumu ifade edilmiştir. Kimi hadislerde ise Tevrat’takine benzer biçimde kadının kaburga kemiğinden yaratıldığı belirtilmiştir. Cennetten kovulma ve günahkar olma konusunda ise kadının yılana yada İblis’e kanması ve erkeği kandırması değil, Adem ve Havva’nın İblis tarafından aldatıldığı yazılmıştır.

Tevrat’taki zina, boşanma, miras ve evliliğe ilişkin yasalar erkek egemenliğinin kurumlaşmasını ifade ettiği için Hristiyanlık ve İslam’a göre daha katı hükümler içerir. Zina yapan kadın ve erkeğin taşlanarak öldürülmesi, erkeğin kadını çok rahatlıkla boşayabilmesi, kadının mülk olarak görülmesinden kaynaklı kocası öldüğünde kocasının kardeşi ile evlendirilmesi gibi yasalara Tevrat kaynaklık eder. Hristiyanlık ve İslam’da bu konularda görece daha olumlu bir yaklaşım vardır.

Zina’ya yönelik her üç dindeki yaklaşımı buna örnek gösterebiliriz;

Tevrat’ta bu konudaki yaklaşımı ifade eden iki ayette şöyle denilmektedir;  “Yaklaşık üç ay sonra Yahuda’ya, gelinin Tamar zina etmiş,şu anda hamile” diye haber verdiler. Yahuda, “Onu dışarıya çıkarıp yakın” dedi (Yaratılış Kitabı  38: 24) , “Biri başka birinin karısıyla, yani komşusunun karısıyla zina ederse, hem kendisi, hem de zina ettiği kadın kesinlikle öldürülecektir. (Levililer 20: 10).

İncil’de Museviliğin katı tutumunun yumuşatılması gerektiğine dair şöyle bir örnek olaya yer verilir; “Din bilginleri ve Ferisiler, zina ederken yakalanmış bir kadın getirdiler. Kadını orta yere çıkararak İsa’ya, “Öğretmen, bu kadın tam zina ederken yakalandı” dediler. “Musa, Yasa’da bize böyle kadınların taşlanmasını buyurdu, sen ne dersin?” Bunları İsa’yı denemek amacıyla söylüyorlardı; O’nu suçlayabilmek için bir neden arıyorlardı. İsa eğilmiş, parmağıyla toprağa yazı yazıyordu. Durmadan aynı soruyu sormaları üzerine doğruldu ve, “İçinizde kim günahsızsa, ilk taşı o atsın!” dedi. Sonra yine eğildi, toprağa yazmaya başladı. Bunu işittikleri zaman, başta yaşlılar olmak üzere, birer birer dışarı çıkıp İsa’yı yalnız bıraktılar. Kadın ise orta yerde duruyordu. İsa doğrulup ona, “Kadın, nerede onlar? Hiçbiri seni yargılamadı mı?” diye sordu. Kadın, “Hiçbiri, Efendim” dedi. İsa, “Ben de seni yargılamıyorum” dedi. “Git, artık bundan sonra günah işleme!” (Yuhanna – 8)

Kadınların recmedilerek cezalandırılması daha çok İslam’la özdeşleştirilmiştir. Şeriatla yönetilen ülkelerde bu ceza sıkça uygulanıyor olsa da Kuran’da böylesi bir ayet yoktur. İslam’da zinaya ilişkin ayetlerde şahitlerin olması ve bu konuda iftira atanlara ilişkin olarak da cezalardan bahsedilmiştir. Nur suresinde zina eden kadın ve zina eden erkeğe yüzer sopa vurulması, “Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup, sonra (bunu ispat için) dört şahit getiremeyenlere” ise seksener sopa vurulması ve onların şahitliklerinin kabul edilmemesi belirtilmiştir. Ancak recm uygulamalarının dayandırıldığı kaynak daha çok hadisler olmaktadır. Bu hadislerin birinde şöyle denilmektedir: “Allah Teâla hazretleri Muhammed ‘i hak (din ile) gönderdi ve O’na Kitab’ı indirdi. Bu indirilenler arasında recmâyeti de vardı! Biz bu âyeti okuduk ve ezberledik. Ayrıca, Resûlullahzinâ yapana recmcezasını tatbik etti, ondan sonra da biz tatbik ettik. Ben şu endişeyi taşıyorum: Aradan uzun zaman geçince, bazıları çıkıp: “Biz Kitabullah’darecmcezasını görmüyoruz (deyip inkâra sapabilecek ve) Allah’ın kitabında indirdiği bir farzı terkederek dalâlete düşebilecektir. Bilesiniz, recm, kadın ve erkekten muhsan olanların zinâları, -delil veya hamilelik veya itiraf yoluyla- süb-t (ortaya çıkan olay) bulduğu takdirde, onlara tatbik edilmesi gereken Kitabullah’da mevcut bir haktır. Allah’a kasemle söylüyorum, eğer insanlar: “Ömer Allah Teâla’ nın kitabına ilâvede bulundu” demeyecek olsalar, recmâyetini (Kitabullah’a) yazardım.” (Kütüb-ü Sitte)

Recme ilişkin bu ve diğer hadislerde dikkati çeken bir husus Kuran’da böylesi bir ayetin bulunmaması nedeniyle bazı tartışmaların yapıldığına işaret eder.

Dinlerin toplumsal adalet konusundaki hükümleri kutsal kitaplarda yer alıyor olsa da bunları daha detaylı hale getiren farklı kaynaklara da başvurulmuştur. Yahudi medeni kanunu, tören kuralları ve efsanelerini kapsayan dini metinlere Talmud ismi verilmiştir. Talmut kitabı haham yetiştiren okullarda eğitimlerde işlenen temel kitaptır. Mişna ve Gemara diye iki bölümden oluşur. Mişna Musevi Ceza hukuku olarak tanımlanır. Hahamlar tarafından Mişna’nın daha derinlemesine açıklamalarını içeren kısım ise Gemara olarak tanımlanmıştır. 63 altbölümden oluşan Mişna’da Üçüncü Bölüm: Naşim yani “Kadınlar” bölümüdür. 7 alt bölümden oluşur. Evlenme, boşanma, kadın-erkek ilişkileri ve Nazirlik (eşlik) ile ilgili hükümlerdir. Talmut’ta Tevrat’taki bazı söylencelerin farklı versiyonlarına da yer verilmiştir. Tanrının Havva’yı Adem’in kaburgasından yaratılmasının nedenini şu sözlerle açıklar Talmut:  “Ben kadını hafif meşrepli olmasın ve kibirden başını yüksekte tutmasın diye Adem’in başından yaratmadım. Çok araştırmasın diye de gözlerinden yaratmadım. Gizlice kulak vermesin ve laf taşımasın diye de ağzından yaratmadım. Haset etmesin diye de kalbinden yaratmadım. Eli boş şeylere uzanmasın diye de elinden yaratmadım. Boş yere gezmesin diye de ayaklarından yaratmadım. Ben kadını Adem’in bedeninden sürekli örtülü ve gizli olan bir parçasından yarattım ki her zaman örtülü ve iffetli kalsın.”

Hristiyanlığın çıkışında ataerkil sistemin kadınlara dönük düşmanlığını kısmen yumuşatan kimi düzenlemeler yer almıştır. Bu nedenle İsa’ya ilk inananlar arasında kadınların sayısı oldukça fazladır. Birçok bölgede ana tanrıça inancı Meryem Ana’ya tapınma biçiminde yaşatılmış, buna dayalı olarak kimi tarikat ve rahibe toplulukları kurulmuştur. Ana tanrıçanın birçok sıfatı Meryem Ana’ya yüklenmiştir. Roma Katolik Kilisesinin “Loretoİlahisi’nde Meryem; Tanrının Kutsal Anası, İlahi Rahmetin Anası, İyi Düşüncenin Anası, En Saygın Bakire, En Güçlü Bakire, En Rahmetli Bakire, En İnançlı Bakire olarak adlandırılır. Adaletin Aynası, Bilgelik Mevkii, Neşe Nedeni, Cennet Kapısı, Sabah Yıldızı, Hastaların Sağlığı, Günahkârların Sığmağı, Dertlilerin Dermanı, Barış Kraliçesi, Davut Kulesi, Fildişi Kule ve Altın Evi olarak övülür. İncil’de “kızını evlendirmek iyidir, ama evlendirmemek daha iyidir” denilerek, kadınlara İsa’nın nişanlıları olarak tanrıya hizmet etmeleri öğütlenmiştir. Rahibelik kurumu bu anlamda kadınlar için Hristiyanlığın çıkış dönemindeki koşullarda evlilik dışında bir yaşam seçeneği olarak sunulmuştur. Yine Katolik inancında boşanma yasaklanmıştır. Tek eşlilik esas alınmıştır. Evlilik ve cinselliğin asıl amacının çocuk doğurma olduğu ifade edilmiştir. Hristiyanlıkta üç kadın figürü öne çıkar bunlar;

1-Şeytanın aracı baştan çıkarıcı kadın

2- Aileyi koruyan kocanın aracı eş olan kadın

3-Tanrının yaratıcılığının aracı anne olarak kadın

Bu kimliklere yönelik yorumlamalar kadınlara dönük yaklaşımlarda belirleyici olmuştur. Hristiyanlığın çıkış dönemlerinde Meryem Ana şahsında kutsama, yüceltme öne çıkarken daha sonraki süreçlerde ilk günahın vebalini taşıyan Havva’nın suçu, günahkârlığı öne çıkarılmıştır. Hristiyanlık bir devlet dini haline geldikçe kadınların günahkâr, ayartıcı, İblisle işbirliği yapan kötülük kaynağı olarak görülmesi temelinde bir değişim olduğuna tanık oluruz.  Kadının günahkâr görülmesinde özellikle Aziz Augustin yorumlamaları da oldukça etkili olmuştur. Augustin kadının kötü olmasına yol açan şartları sıralayarak: “Kötülük dolu, kıskanç ve ne kararlı ne de tutarlı bir yaratık… (olan kadın), bütün tartışmaların, kavgaların ve haksızlıkların kaynağıdır.” demiştir. Özellikle ortaçağda ana tanrıça inancının son kalıntıları olan şifacı, ebe ve bilge kadınlara dönük katliamlar olarak bilinen “cadı avları” da bu durumu daha somut gözler önüne sermiştir. Papa 8. İnnocent 1458’de bir papalık bildirisi yayınlayarak kilisenin cadılığı yeni bir tehdit olarak gördüğünü belirtmiştir. Bir kadın kırımı olarak gerçekleşen cadı avlarında sadece Katolik kilisesi değil, diğer mezheplerde ortak bir tutum göstermişlerdir. Protestanlığın kurucusu Martin Luther “o cadıların hepsini yakacağım” diyerek bu konudaki tutuma ortak olduğunu ortaya koymuştur. Cadıların nasıl tespit edileceğini açıklayan iddianame rolü oynayan Cadıların Çekici (MalleusMaleficarum) kitabı 1486’da yayınlanmış, birçok yargılama bu kitaba dayalı olarak yapılmıştır. Cadılık suçlamaları nedeniyle kadınlar rahatlıkla tutuklanırdı.Kimiolaylarda kendi bilgisi veya ifadesi olmadan yargılanabilir, suçlu bulunabilir, sonra da yakılırdı. Tutuklanma, ölüm anlamına gelmektedir. Akla hayale gelebilecek en vahşi ve sadist uygulamalar bu kadınlar üzerinde denenmiştir. Ebelik, şifacılık yaptığını söyleyen bir kadın yapılan işkencelerden sonra şeytanla birlik olduğunu, çocukları öldürdüğünü söyleyerek “suçunu” itiraf ettiği anda da yakılarak idam edilirdi. 16. ve 17.yy İngiltere’de, Fransa’da, Almanya’da, Bohemya’da, Polonya’da, Finlandiya’dan İtalya’ya, İskoçya’dan Rusya’ya kadar geniş bir coğrafyada milyonlarca kadın, cadı avının kurbanları olarak işkenceyle öldürülmüşlerdir.

İslam’da hukuka ait konular şeriat kavramı ile bir disiplin haline getirilmiştir. Şeriat;Arapça “yol, mezhep, metod, âdet, insanı bir ırmağa, su içilecek bir kaynağa ulaştıran yol” anlamına gelir. Kur’anâyetleri, Muhammed‘in söz ve fiilleri olarak anlaşılan (sünnet/hadis)ve İslâm bilginlerinin görüş ve yorumlarıyla oluşturulan dini kanunlar toplamını ifade eden şeriat “dinin insan eylemlerine ilişkin hükümlerinin bütünü”, “dünya ile ilgili hükümlerinin tamamı” ve “İslam Hukuku” gibi anlamlara gelmektedir. Şeriatın Allah’ın sözü olduğuna inanılan kaynağı Kur’an, Kur’an’ı bildiren peygamberin sözleri Hadis ve bunları yorumlayan fıkıhçıların sözlerinden yani içtihattan oluşur. İçtihat yapan kişiler kendilerini Kur’an ve sünnet ile sınırlandırarak onun dışına çıkmamaya çalışırlar. Toplumun her türlü hukuki ve medeni meseleleri bu mekanizma tarafından çözüme kavuşturulmaya çalışılır. İslam hukukçularının ortak kabul ettiği iki ana kaynak Kur’an ve Sünnettir. İcmâ da farklı yorumlanmakla beraber üçüncü ortak kaynak kabul edilir. Hanefi ve Şafiiler kıyası, ŞiiCaferi mezhebi ise aklı, dördüncü kaynak olarak kabul ederler. Hanbelîler üç esastan sonrasını kabul etmezler.

Hanefi hukuk ekolü dört delile dayanır. Şer’i deliller olarak da anılan bu kaynaklar şunlardır:

  1. Kur’an
  2. Sünnet (Hadisler yoluyla)
  3. İcmâ (İslam bilginlerinin görüş birliği içinde bulundukları konular)
  4. Kıyas (Birbirine benzeyen meselelerin, hükümlerinde de benzerlik bulunması gerektiği düşüncesinden hareketle oluşturulan yeni hükümler; örneğin içki yasağından hareketle uyuşturucu kullanımının da dinen yasak ve haram olduğuna hükmedilmesi vb.)

Bir hükmün İslami nitelik taşıması bu kaynaklardan en az birisine dayandırılmasına bağlıdır.İslami hukuk uzmanları şerîat hükümlerini ortaya koymada kitap, sünnet, icmâ ve kıyastan başka fer’î deliller adı verilen maslahat (toplum yararı), örf ve adet, İslam’dan önceki şeriatlar (Şer’ü men kablena), Sahabe görüşleri (Sahabi kavli) gibi deliller de kullanmışlar, böylece dayanılan kaynakları zenginleştirmişlerdir. İslam’da en önemli hukuk bilginlerinden olan; Cafer-i Sadık (ö 765), EbûHanîfe (ö. 767), Şâfiî (ö. 819), Mâlik b. Enes (ö.795) ve Ahmed b. Hanbel (ö. 855)’in temsil ettiği ekollerin sistemleştirilmesiyle mezhepler ortaya konmuştur.

Kuran’ın özellikle Arap yarımadasındaki toplumun ataerkil yapısında değişimler yaratan kimi hükümleri olsa da İslam’ın yayıldığı toplumlarda dört kadınla evlenme, kadının dövülmesi ve ikinci sınıf konumu Kuran ayetleri ve hadislere dayandırılarak yada şeriat hükümleri olarak uygulanmaktadır. Bu ayet ve hadislerdeki kadına dair hükümlerde Hz. Muhammed’in yaşadığı dönem ve yaşadığı toplumun ataerkilliği de etkilidir. Ancak bu ayet ve hadislerin tefsirlerinde kadın aleyhine cinsiyetçi yorumlamalar da oldukça belirleyici olmaktadır. İslam dünyasında içtihat kapısının kapanması ve şeriat yasalarının esas alınması ile birlikte yorumlamanın önüne geçilmesi bu konudaki ataerkil yaklaşımların daha da ağırlaşmasına neden olmuştur. Önderliğimizin de ifade ettiği gibi Hz. Muhammed döneminde camiler toplumun adalet sisteminin işletildiği mekanlar olarak bu konuda tartışmalara ve toplumsal olarak karar almaya yol açarken zamanla bu durum ortadan kalkmıştır. Kadılar, şeyhler ise büyük oranda kadın aleyhine yorumlamalarla kararlar almışlardır ve bu durum hala devam etmektedir.

Günümüzde Kur’an ve Hadislerin cinsiyetçi yorumları karşısında kimi çabalar geliştirilmekte, özellikle kadınların yaptıkları araştırma ve tefsir çalışmaları bulunmaktadır. Ancak bu çalışmaları yapanların da ifade ettiği gibi İslam fıkhı konusunda kadınların lehinde yorumlamalar ve çalışmalar yeterli düzeyde değildir. Ortadoğu’da devlet yasaları kadar şeriat hukuku da oldukça hakimdir. Anayasalarda sağlanacak eşitlikle kadınlara dönük ayrımcılıkların ortadan kaldırılacağını düşünmek kendimizi yanıltmak olacaktır. Bu nedenle kadınların İslami hükümleri yorumlamasını sağlayacak çalışmaların örgütlenmesi de önemlidir. Başta Ortadoğu olmak üzere radikal islam adı altında verilen fetvalar, dini yorumlar, çıkarılan kanunların büyük bölümü İslam’ın hükümleri değildir. Kadınların pazarlarda satılmasından, sünnet edilmesine, okula gitmelerine, araba kullanmalarının yasaklanmasına kadar bir çok akla ziyan uygulama İslam ve şeriat hükümleri olarak dile getirilmektedir. Kültürel İslam’ın yaşayan ahlaki değerlerini koruma ve ataerkil din yorumlarıyla mücadele edebilmek kadınların bu alandaki bilgi ve birikimlerini güçlendirmesini gerekli kılar.

KAPİTALİST MODERNİTENİN KADIN HUKUKU

Erkek egemenliğinin gelişimi ile birlikte  mitolojilerde, ardından daha da kurumsallaşarak dini kurallarda ve modern çağda insanın doğası tanımlamaları ile yasaların ruhuna işleyen şey kadının ikincil konumudur. Ataerkil geleneğin yarattığı kadın statüsü, değişmeden kapitalist modernitenin yasalarında yeni bir kurumsallaşmayı yaşamıştır. Yasalarda yapılan “insan” tanımı daha çok erkekleri tarif etmektedir. Zaten kavram olarak da çoğu yerde “adam” kelimesi kullanılır. Türkiye’de kadın cinayetlerinden yargılananlar hala “adam öldürme” suçundan ceza almaktadırlar. Modern toplumun toplumsal sözleşmesini yazan J. J. Rousseau kadınları ‘akıl tarafından ehlilleştirilmesi gereken potansiyel bir düzensizlik kaynağı’ olarak tanımlamıştır. ‘Hiçbir halkın hiçbir zaman aşırı şaraptan mahvolmadığını, mahvolanların hep kadınların kural tanımazlığından mahvolduklarını’ söylemiştir. Ulus devletin filozofu Hegel ise “Kadın tabiatını dışsallaştıramadığı için ve aile birliğini aşıp kendini sivil topluma, dolayısıyla devlete taşıyamadığı için tarihin akışının dışında kalır. Tarih değişse de, erkekler eliyle, yeni yeni tarihi evreler yaratılsa da kadın özel alanda, yanı evde ev işi yapar, çocuk doğurur ve bakar ve erkeğin cinsel ve duygusal ihtiyaçlarını karşılar. Bu da kadını tarihin dışına iter” diyerek kadının ikincil konumunu meşrulaştırır.

Kadın özgürlük hareketlerinin ortaya çıkışında yasalardaki bu tanımlamalara karşı mücadele belirleyici olmuştur. Kapitalizmin gelişimi ile birlikte devlet yasalarında kadınların ikincil konumda ele alınması ya da somut olarak ifade edilmese de erkeğin ihtiyaçlarına göre düzenlenen kanunlara karşı yürütülen mücadele feminist hareketin de temellerini oluşturmuştur. Fransız devriminde mücadele eden kadınların özgürlük, kardeşlik ve eşitliğin, insan haklarının kadınları kapsamamasına karşı çıkışları tarihsel bir anlam kazanmıştır. Seçme-seçilme ve eğitim haklarının elde edilmesi için “kadınların giyotine gitme hakkı varsa kürsüye çıkma hakkının da olduğu”nu söyleyen Olimpia de Gouges’in idamı da kadın hakları konusundaki modernist ve ulus devletçi tutumu ortaya koymuştur.

Kadınların doğaları gereği kamusal alan dışında eve, çocuk doğurmaya yani özel alana hapsedilmesine karşı yoğun bir mücadele yürütülmüştür. Kadınlara siyaset ve okuma hakkının tanınması, boşanma, miras, çocukların velayetinin alınması, kürtaj gibi hakların elde edilmesi, kadınlara dönük taciz, tecavüz, şiddetin önlenmesi bu mücadelelerin temel talepleri olmuştur. Ulusalkurtuluş mücadeleleri, sosyalist devrimlerde aktif yer alan kadınlar devrimler başarıya ulaşınca haklarına yeterince kavuşamadıkları için mücadele yürütmeye devam etmek durumunda kalmışlardır. Kadınlara tanınan kimi haklar farklı sınıfsal, devletsel yada erkeklerin çıkarları gözetilerek erkenden geri alınabilmiştir. Uluslararası arenada kadına yönelik ayrımcı tutumları önlemek için başta CEDAW (Kadına Dönük Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi), Pekin Protokolü gibi antlaşmalar imzalanmış olsa da bunların çok fazla anlam ifade etmediği açıktır. Hatta BM’nin bir çok projede bırakalım kadınların haklarının korunmasını kadın hareketlerinin mücadelesini neoliberal politikaların aracı haline getirdiği ortaya çıkmıştır. Başta Afrika, Ortadoğu, Asya ülkeleri olmak üzere BM’nin yardım adı altında yada kadınların-çocukların korunması adına içine girdiği girişimler kadınların konumlarında daha da gerilemeye, daha fazla yoksullaşmaya daha fazla şiddete maruz kalmalarına neden olmuştur. BM kurumlarını koruma adı altında savaş bölgelerine gönderilen askeri güçler bu ülkelerdeki bir çok tecavüz, fuhuş ve çocuk ticareti gibi uygulamaların içinde yer almışlardır. Bu açıdan da kadınların uluslararası alandaki adalet arayışını BM gibi kurumların insafına bırakmaması gerekir.

TOPLUMUN YAŞAYAN AHLAKI

Ahlakın yetmemesi nedeniyle hukukun devreye girmek zorunda kaldığı savunulsa da bu doğru değildir. Hukuk kurallarından önce de doğanın işleyişinin ve toplumun ayakta kalmasının kaynağı olarak görülen ilk ahlak kuralları farklı isim ve biçimlerde binlerce yıl geçerli olmuştur. Doğal felaketler, toplumun ya da kişinin karşı karşıya kaldığı her kötülük bu ilkelerin ihlal edilmesine bağlanmıştır.  Kadının belirlediği totemlerden başlayıp, ana-tanrıça inancının yasa ve kuralları haline gelen ardından erkek egemenliği ve devletin gelişimi ile birlikte tanrı ya da tanrı kralların yasaları karşısında ahlak filozoflarının, peygamberlerin korumaya çalıştığı da bu ilkelerdir. Dinlerin iktidar olması ile birlikte de bu ahlaki ilkeler sapkın olarak değerlendirilen tarikat, inanç ve mezhepler tarafından temsil edilmiştir.

Sümerlerde bu kutsal yasalar Tanrıça İnanna’ya ait ritüel, sanatlar ve kuralları içeren Meadı altında ifade edilmiştir. Me’nin anlamı; hem dünyanın hem de insan toplumunun iyi işlemesini sağlayan düzenlemeler, kurallar, bilgiler, sanatlardır. Birçok zanaat ve ritüelle birlikte Me’ler ahlaki ilkeleri de kapsar.Bunlardanbazıları;  doğruluk, doğru söz söyleme sanatı, iftira atma sanatı, süslü söz söyleme sanatı, kahramanlık, kudretli olma sanatı, iki yüzlülük sanatı, dürüst olma sanatı, hile, iyi olma sanatı, anlayışlı kulak, dikkat gücü, kutsal arınma ayinleri, korku, şaşkınlık, ümitsizlik, birleştirilmiş aile, yavrulama, çekişmenin alevlenmesi, zafer sevinci, öğüt verme, yüreği yatıştırma, hüküm verme, karar alma olarak tercüme edilmiştir. Hem iyiliği hem de kötülüğü içeren özellikler toplumda ortaya çıkmaya başlayan ahlaki sorunları da ifade etmektedir.

Mısır’da bu yasalara Maat adı verilmiştir. Firavunlar ülkelerini bu tanrıçanın belirlediği ilkelere göre yönetirlerdi ve böylece “evrensel düzenin” sağlanacağına inanırlardı.İnanışa göre, zamanın başlangıcında dünya yaratılırken ortaya çıkan kaosMaat’ın koyduğu kurallar ile ortadan kalkmıştır. Bu nedenle firavunların bu kurallardan uzaklaşması durumunda kaosun geri gelip Mısır ve dünyayı yok edeceğine inanılır.

Hindistan’da ise bunlara “erdemli davranışlara dayalı bir toplumsal düzen” anlamına gelenDharma adı verilmiştir. Budizm’de Dharma; evrenin düzenini ve ruhsal gelişimi sağlayan kozmik doğa yasaları, ulu düzen, hakiki doğa, hakikat, vazife, doğruluk, erdem, ahlak, bilgelik, öğreti, yüksek hakikatlere götüren yol gibi birçok farklı anlamı taşımaktadır. Dharma kişinin yaradılıştan gelen doğasının gerçekleşmesine toplum düzeninin kılavuzluk etmesi olarak görülmektedir.

Çin’de evrenin ana ilkesi olduğu düşünülen ve “yol” anlamına gelen Tao benzer bir anlamı taşır.Te genelde erdem ve güç olarak tercüme edilir.  Tao; yang ve ying olarak ifade edilen dişil ve eril olanın ya da tüm zıtlıkların arasındaki uygun oranı tayin eder. Bu doğal oranı değiştiren her şey kötü olarak görülür. Doğru yaşayışın, dikkatlice Tao’yu izlemekle gerçekleşeceğine inanılır. Tao’uyu takip etmek için bazı ön koşullar vardır. Basit hayat tarzı, doğa ile bütünleşme, bencilliğe sırt çevirme ve nihai ilke ile mistik düzeyde bütünleşme. Bu ön koşullar kişiliğin üç temel özelliğinin tohumlarını atarlar. Merhamet, sadelik ve tevazu.

Zerdüşt’ün gathalarında, dinlerde tanrının kural ve yasakları olarak, ahlak filozoflarının felsefelerinde erdemler, etik değerler olarak ifadeye kavuşan bu yasalardır. Kibirli olmamayı, yalan söylememeyi, çalmamayı, kimsenin hakkına tecavüz etmemeyi öğütleyen yasalardır. Toplumsallığı geliştiren, insanı hayvanlardan ayıran en temel nitelik olan güdülerin sınırlanmasını, eline, beline ve diline hâkim olmayı öğütlerler. İyi düşünmeyi, doğru söylemeyi ve güzel yapmayı ilke edinmelerini isterler insanlardan. İnsanları vicdanlarının sesine kulak vermeye çağırırlar. İyilik ve kötülüklerin tartılacağı terazilerden bahseder hepsi. Mısır, Hint ve Zerdüşt inancındaki günah ve sevapların tartılacağı terazilerin dinlerde de yer bulduğunu görürüz.  Zerdüştlükte de “sarı altın terazi”den bahsedilir. Bu terazide günah ve sevapların birbirine karşı ağırlığı ölçülür. Bu terazinin bir kefesine günahlar, bir kefesine sevaplar konur ve dengeye bakılır. Eğer iyilik bir kılpayı ağır basarsa kişi cennete, aksi olursa cehenneme gider. Bu tartıda hiç kimseye yardım edilmez. Kişi ister adil olsun, ister günahkâr; ister kadın olsun ister erkek; ister asil olsun, ister sıradan; ister fakir olsun, ister zengin. Herkes; fikri, sözü ve eylemi dolayısıyla yargılanır.

Manide toplumun yaşayan ahlakını temsil eden ilkeler ortaya atmıştır. Mani’ye göre tanrının gizemine ulaşmış olanlar ‘Seçkinler’ ya da ‘Yetkinler’dir. ‘Dinleyenler’ ise sıradan olanlardır. Manicilikte kadınlar da ‘Seçkinler’ arasında kabul edilir. Kadına kötü gözle bakmamak ve cinsel bir nesne gibi görmemek, kadının cinsel bir meta seviyesine düşürülmesine karşı geliştirilen temel bir yaşam ilkesidir. Kadınla doğru ve arkadaşça ilişki kuramayan bir erkeğin kendi insani özüyle buluşmasının, irade kazanması ve özgürleşmesinin mümkün olmadığının en çarpıcı bir ifadesi olmaktadır.

Ortadoğu’da Babek, Hürrem, Mazdek, Şeyh Bedrettin hareketleri, içerisinde birçok kadın alime ve sufinin de bulunduğu tasavvuf geleneğinde iktidar karşısında toplumun ahlakını korumaya dayalı ilkeler için mücadele edilmiştir. Avrupa’da da Hristiyanlık içerisinde sapkın mezhepçilik olarak itham edilen Heretikler, Gnostiklerve cadı ithamı ile yakılan kadınlar, köylü hareketlerinde yine bu ahlaki mücadele yürütülmüştür. Egemenlikli devlet, iktidarlaşan dine karşı bu hareket ve inançlarda kadının haklarına saygılı, kadın toplumsal konumunu yükseltmeye dönük bir yaklaşım hakimdir.

 

NEDEN KADININ TOPLUMSAL ADALET SİSTEMİ?

Toplumlar adaleti neden kadın olarak görmüşlerdir, sorusunun cevabı erkek egemenliğine dayalı sınıflı devletin oluşumu öncesinde aranmalıdır. İnsanlar arasındaki sorunların çözümünü ve adaleti devletlerin, dinlerin ve tanrıların, kralların güçlerine dayalı olarak sağladıkları anlatılmıştır. Oysa devletlerden, yasalardan, krallardan, dinler ve tanrıların ortaya çıkışından çok önceleri daha adil bir sistemin yaşandığına dair arkeoloji ve antropolojinin sunduğu bol miktarda veri vardır. Toplumlar binlerce yıl hukukla, devletle değil; ahlaki ilkelere dayalı olarak yaşamış ve bunları dişil kavramlarla, tanrıçalarla ifade etmişlerdir. İlk ahlaki ilkelerin de kadınların geliştirdiği cinsellik ve çocukların korunmasına dayalı tabular olduğu biliniyor.  Bu tabular topluluğu ayakta tutan kutsallıklar olarak ahlakın temellerini atmıştır. Topluluk ritüeller, kutsamalar, cezalandırmalarla çeşitli sınavlarla bu kuralları çocuklarına öğretmekte, bunların korunmasından tüm toplum kendisini sorumlu görmektedir.  Bu kurallara uyanlar topluluğun üyesi sayılırken bunları ihlal edenler çok ağır cezalara çarptırılmışlardır. Topluluk bu ilkelerin bir arada yaşamayı sağlayan hayati niteliğinin farkındadır. Sözlü gelenek olarak ifade edilen masallar, destanlar, efsaneler, dengbejlerinstranları, deyişler, dualar, atasözleri toplumun kendi üyelerine iyiliği, kötülüğü, ahlakı öğrettiği okullar gibi rol oynamıştır. Çocukluktan ergenlik dönemine geçişi ve topluma katılmaya hazır olmayı sağlayan törenler yapılmıştır bu toplumlarda. Erginleme adı verilen bu törenler ile çocuklarına karar verebilme, cesur olmayı, adil olmayı öğretmişlerdir toplumlar. Erkek egemenliğinin gelişiminden önceki süreçte kadın topluluklarının ritüel, bayram ve kutlamalarında toplumda doğanın ve kadının yasalarının geçerli olduğu toplumsal düzen bu uygulamalara dayalı olarak şekillenmiştir.

Devletli toplum öncesinde adaletin sağlanması, ahlakın korunması tüm toplumun sorumluluğu olarak görüldüğünden yargılama da toplum tarafından yapılmıştır. Kalıntı kabilinden aşiret meclislerinde, kimi inanç gruplarının kendine has yargı sistemlerinde bu toplumsal adalet sistemi hala geçerlidir. Ancak bu adalet sisteminin toplumsal sorunların çözümünde esas aldığı ilkelerde cinsiyetçiliğin, sınıfsallığın, aileciliğin etkileri ile kimi zaman devletlerin uygulamalarından daha haksız, taraflı yada kabul edilemeyecek sonuçlar da çıkabilmektedir. Bu nedenle dönüşmesi, demokratikleşmesi, yeniden yorumlanması gereken gelenek ve törelerin olduğunu da unutmamak gerekir. Ortadoğu toplumlarında hala bir sorunun devlete, mahkemelere havale edilmesi, insan ilişkilerinin en fazla zedelendiği noktayı ifade eder. İki insan arasındaki ilişkilerin bitme noktası olarak “mahkemelik olmuşlar” tabiri bunun için kullanılır. Henüz sınıflaşma, devletleşme ve ataerkil etkilerle bozulmamışken toplumun kendi kültür ve inancına dayalı yargılamalarda verilen cezalar kişinin topluluğun dışına atılması, sürgüne gönderilmesi ya da sosyal tecride alınması biçiminde uygulamalardır. Üstelik bu genelde en ağır ceza olarak öngörülmektedir. Bugün kapalı mahkeme salonlarında, alanında uzman kişilerin katıldığı, ne suçlu olarak görülen kişinin ne de suçlayanların anlamadığı mevzuatlara dayalı yargılama sistemi; toplumun yargılama, yargılanma olanaklarını elinden almıştır. Doğru, yanlış, iyi kötü arasındaki ayrımın sağlanması ve adalet değil, işi kılıfına uydurmaya dayalı kurallar daha fazla belirleyici konumdadır. Bu nedenle aç olduğu için ekmek çalan bir insan yıllarca hapis yatarken, milyon dolarlar çalanlar mahkemelerde aklanarak ödüllendirilmektedirler.

Ahlakın toplumun değil, dinin ya da devletin hukuk kuralları olarak algılanması ahlakın aşındırılmasında belirleyici olmuştur. Günümüzde insanların en fazla şikâyet ettiği temel konu bu ahlaki bunalımdır. Ahlakı koruyacağı düşünülen hukuk ve adalet sisteminin durumu da bu bunalımı derinleştirmektedir. Bu nedenle o mahkemelerde suçlular suçsuz olarak aklanmakta, hakkını arayan insanlar suçlu sayılabilmektedir. Suç olarak kabul edilen olayın mekânından, zamanından, suçun işlendiği topluluğun gelenek ve kültüründen uzak hukukçuların sorunları ne kadar çözdüğü ve adaleti sağladığı giderek daha fazla tartışma konusu yapılan, güven duyulmayan bir konumdadır. Birçok filozofunda tespit ettiği gibi modern toplumda hapishaneler, tımarhaneler, okullar toplumun terbiye edildiği mekânlar olarak rol oynamaktadır. Oysa toplumsal yapının bugünkü kadar çeşitli ve farklı olmadığı dönemde toplumlar kendi kültür ve inançları ekseninde çok çeşitli yasalar ve adalet sistemleri ile yaşamışlardır.

Kadının toplumsal adalet sisteminin neden gerekli olduğunu da bu tarihsel arka plana dayandırıyoruz. Demokratik-ekolojik ve kadın özgürlükçü toplum paradigmasıyla yeni bir toplumsal inşanın dayanması gereken temel ayaklardan birisi de kadının toplumsal adalet sistemidir. Ahlaki ve politik toplumda diyebileceğimiz bu yeni toplum inşasında kadının öncülük edeceği bir çözüm politikasına, demokratik siyasete, insan haklarına, kadın ve çocuk haklarına ihtiyaç vardır. Adaletin, iyiliğin, etik ve estetiğin gelişebilmesi, toplumsal sorunlara köklü çözüm için kadın adalet sistemine ihtiyaç vardır. Giderek çürüyen ve kanserleşen mevcut sistemden kurtulmanın en temel yolu kadının toplumsal adalet sisteminin örgütlenmesi ve etkin bir konuma getirilmesidir. Kadına karşı haksızlıkların, zulmün, toplumda yoksulluğun, ezen ve ezilenlerin halen en trajik haliyle yaşandığı bir dünyada adalet ilkesinden bahsetmek imkânsızdır.

Günümüzde hâkim olan hukuk sistemi, devletin bir yaptırım gücüdür. Kuralve yasalara bağlanmış erkek egemenlikli adaletten ve ahlaktan uzak bir sistemdir. Hukukla toplumu yöneterek sorunlarına cevap olmayan, giderek toplum içerisinde parçalılığı, adaletsizliği, inkârı ve eşitsizliği dayatan en önemlisi toplumda kadına yönelik şiddeti daha da derinleştirmeye götüren bir hukuk sistemi olmaktadır.

Kadın doğası gereği, toplumsallığı daha fazla önemseyen ve yaşamda erkekten daha çok sorumlu bir özelliğe sahiptir. Toplumsallığın yeniden canlanması ve varlığını sürdürebilmesi için kadının adaletine, toplumun adaletle yönetilebileceğine inanmaya ihtiyaç duymaktadır. Bu durumda kadın, kendi adaletine güvenerek öncelikle bu çürümüş, despot sisteme karşı ciddi bir mücadele vermeli, alternatif olarak toplumun çıkarlarını, hak ve adaletini esas alan bir yaşam tarzı geliştirebilmelidir.

Kadının toplumsal adalet sistemini somuta indirgemek gerekirse, yaşamın her alanında kadına hak tanınmalıdır. Egemen erkek düzeni kadının salt hukuk alanında değil, ekonomi, sosyal, siyasal ve kültürel alanlarda da haklarını tanımamıştır. Kadının toplumsal adalet sistemi başta kadın olmak üzere toplumun tüm kesimlerinde ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel haklarını tanıyacak ve bunu yasal statüye kavuşturacak bir sistem geliştirmelidir. Adaletin gözetildiği, toplumun kendi kaderini özgürce belirlediği bir kadın adalet sistemini inşa etmek vazgeçilmezdir.

 

Kadın Eksenli Adalet Sistemi Siyasetten Kopuk Değildir

Kadının adalet sistemi aynı zamandademokratik siyasetteki etkinlikle anlam bulur. Egemen erkek düzenikadına yaşamdasiyaset yapma hakkını tanımamış veheperkeğe ait,toplumun ve kadının dışında yürütülen, erkeğe mal edilen bir olgu olarak bakılmıştır. Egemen erkek bu konuda da adil olmayıp, “toplum siyaset yapamaz, kadın siyasetten ne anlar” zihniyeti aşılanarak hem toplum ve hem de kadın siyasetten uzak tutulmuştur.

Siyaset, toplumu oluşturan, toplumun yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayan, toplumsal sorunların toplumla birlikte çözümünü geliştiren bir sanattır. Bu sanata ilk öncülük etmiş olan da yine kadın-ana tanrıça olmaktadır. Ana-kadın sorumluluğunda yürütülen neolitik toplum süreci gerçek anlamda demokratik siyaset tarzının açığa çıktığı bir süreçtir. Komünal-eşitlikçi, adil ve kolektif yaşam tarzı, kadının yürüttüğü mücadele sonucu bir siyaset tarzı olarak açığa çıkmakta ve toplum bu şekilde örgütlenmektedir.Fakat devletçi uygarlığın siyaset konusunda da yaptığı çarpıtma, siyaset gerçeğini özünden çıkartarak, toplumsallıktan uzak,kolektiflik yerine, bireyciliği, sınıflaşmayı ve toplumda parçalanmayı geliştirmiştir. Siyaset, toplumda başta kadının adaletini sağlamak ve onu korumak için vardır. Toplumda farklılıklara, farklılıklar temelinde eşitlik ve adalete, saygılı yaklaşım demokratik siyasetin temel bir ilkesidir. Siyasetsiz bir adalet veya adaletsiz bir siyasetle kadının toplumsal adalet sistemi geliştirilemez.

Önder APO’nun yıllardır kadın özgürlük mücadelesi için yürüttüğü emek ve çabası kadına iradeyi, özgürlüğü ve adalet bilincini kazandırdığı gibi, siyaset alanında da kadına önemli bir rol biçmiştir. Kadın aklı ve iradesinin olmadığı bir siyasetle, toplumun iradesini, özgürlüğünü ve adaletini sağlamak mümkün değildir. Kadının siyaset yapması demek en kördüğüm olmuş kadın sorununu ve bununla bağlantılı toplum sorunlarını çözmek demektir.Kadına dönük şiddet, tecavüz, namus cinayetleri, çocuk yaşta evlendirilmeler, nüfus ve aile sorunu, ekonomik, sosyal, siyasal ve eğitim sorunları gibi tüm bu sorunlara çözüm aramak ancakkadının demokratik siyasete aktif katılımıyla gelişecektir. Erkek egemen sistemin sorunları ele alış tarzı ve siyaset anlayışı her zaman kaba, dogmatik, sorunları çok daha derinleştiren bir tarz olmaktadır. Fakat kadının demokratik siyaset tarzıetik ve estetik anlayışını geliştiren, buna göre pratikleşen bir tarz olmalıdır.Toplumların adil, eşit ve özgür bir düzene kavuşması ancak kadının demokratik siyaset yapma hakkını elde etmesiyle mümkündür.

Önder APO’nun yıllardır özgür kadın hareketi için yürüttüğü mücadele bugün gelinen aşamada önemli yollar kat etmiş vecinsiyetçi siyasete alternatif yeni bir sistemi, eşbaşkanlık sistemi olarak geliştirmiştir. Bugün, Kürdistan ve Türkiye illerindesiyaset alanında kadının eşit ve özgür temsiliyeti belediye ve partilerde yine tüm toplumsal kurumlarda eşbaşkanlık sistemi şeklinde uygulanmaktadır. Eşbaşkanlık sistemi kadının demokratik siyaset alanında kendi öz iradesine dayanan, yönetim ve karar mekanizmalarında erkek ile eşit bir biçimde ortak, kolektif anlayışı savunan, söz ve karar sahibi olan bir sistemdir. Bu sistemle kadın adaleti demokratik siyasete de damgasını vuracak ve beş bin yıllık erkek egemen sistemin siyasetteki cinsiyetçi ve adaletsiz yaklaşımı yıkılacaktır. Eşbaşkanlık sistemi kadının toplumsal adalet sisteminin de temel bir ilkesidir.Dolayısıyla Önder APO, geliştirdiği eşbaşkanlık sistemi ile kadına siyaset alanında adaleti koruyacak imkanı açmış, rol ve misyon biçmiştir.

 

Kadın Adalet Sisteminin Ekonomik Yanının da Örgütlenmesi Şarttır

Egemen erkek düzeni kadına ekonomi alanında da adaletli davranmayarak, kadını bu alanın da dışındabırakmıştır. Ekonominin gerçek sahibi olan kadının ekonomiden dışlanması kadınlara karşı yürütülen bir soykırım politikasıdır.Kadınların yaşam ve çalışma koşulları itibari ile uğradıkları ayrımcılık nedeniyle en zorlu işlerde, en az maaşla çalışması söz konusudur. Ağırlıklı olarak hizmet ve eğlence sektörlerindeki kadın istihdamı kadınların fiziken ve manevi olarak tüketildiği alanlar olmaktadır. kadınların çalışma ve yaşam haklarının korunması da adalet sistemimiz açısında önemle üzerinde durulmayı gerektiren bir konudur.

Diğer bir konu ise kadınların yoksulluk nedeniyle şiddette boyun eğmesi, fuhuşa zorlanması, işyerlerinde gerçekleşen ve “mobing” olarak literatüre giren taciz biçimlerine boyun eğmesi de adalet sistemimiz açısından özgün ele alınması gereken hususlar olmaktadır. Kadınların barınma ve geçinme olanaklarının olmaması bir çok boşanma davasında çocukların velayetinin dahi alınamamasına yol açmaktadır. Erkekler para gücünü kadınlar karşısında adalet sisteminde dahi kullanmaktadırlar. En iyi avukatlar tutarak, rüşvet ve şantajla kadınların kendini savunma olanaklarını elinden almaktadırlar.

Kadınların içinde bulunduğu koşullar göz önünde bulundurularak mağdur oldukları konularda toplumsal dayanışma, fiziki ve ruhsal tazminatlarla yada kadın kurumlarının sorumluluğu ile ekonomik alanda maruz kalınan adaletsizlikleri giderecek yatırımların yapılmasına da ihtiyaç vardır.

 

 

Kadının Adaletine Ekoloji Alanında Da İhtiyaç Vardır

Ekolojik bilinç ve ekolojik yaşam, kadının toplumsal adalet sistemi açısından önemli olmaktadır. Kadının adalet sistemi insani değerler temelinde öze dönüşü, yani doğaya dönüşü de ifade etmektedir. Özellikle kadın-doğa, toplum-doğa ve insan-insan ilişkisinin yeniden hayata geçmesi hem zihniyet hem anlayış ve hem deekolojiye bakış açımızın değişmesibakımından gerekmektedir. Zira insanlığın geleceğini tehdit eden birçok potansiyel tehlikelerin -savaş, şiddet, katliam, doğa afetleri, nüfus patlaması gibi-var olduğu, bunun önlenebilmesi için detüm toplumsal ilişkilerin felsefi, ideolojik, kültürel, ekolojik ve bilimsel açıdan yeniden düzenlenmesi, kadın adalet sisteminin temel görevidir.

İnsanın doğanın bir parçası olduğunu, doğadan geldiğini anlamak için doğadaki tüm canlılara, bitki ve hayvanlara bakması yeterlidir.Özellikle kadın, onlarda bir parçasını mutlaka görecektir. Biyolojik benzerliğinden de anlaşılırsa, kadının doğallığı doğaya daha yakındır.Doğurucu özelliği, kendisini yenilemesi-yaşam akışkanlığı kadının doğayla daha yakın ilişkide olduğunu ortaya koymaktadır. Doğada dişil öge ağırlıktadır. Toprak ana-doğa anadeyimi bundan ileri gelmekte ve kadın en fazla toprakla özdeşleşmektedir.

Doğal toplum dediğimiz ilk insan toplulukları doğayla hep iç içe yaşamış, doğayla dost olmasını bilmiştir. Toprakla, bitki ve hayvanlarla olan ilişkisi anne-çocuk ilişkisi, bir dost ilişkisi gibidir. Doğayla yaşamak, onu hissetmek, ona saygı göstermekvicdani ve ahlaki bir tutum olmaktadır. Doğa-evrendeki parçaların birbiriyle diyalektik bağ içerisinde olduğunu evrenin oluşum seyrinde özelde kadında da bunu görmek mümkündür. Fakat bu doğal seyri, ekolojik dengeyi bozan ve felakete sürükleyenerkek egemen iktidarın kontrolsüz ve acımasız hırsı giderek doğa-evreni kaosa sürüklemekte, yok oluşa götürmektedir.

Toplumsal krizle birlikte gittikçe derinleşen ekolojik krizin kökenini uygarlığın başlangıcında aramak en gerçekçi yol olmaktadır. İlk tahakküm ve baskı kadın üzerinde uygulanırken, kadınla birlikte doğa ve toplum da tahakküm altına alınmıştır. Sistem, insanlığa yaptığı tahribatın katbekatını doğaya yapmaktadır.Hormonlu ürünlerin geliştirilmesi, ormanların katledilmesi, hayvan türlerinin giderek yok olması, su, toprak ve hava kirliliği, ta uzaya atılan milyonlarca uydu araçları gibi evrenin tümünü kirleten, tahrip eden, en önemlisi toplum ve doğa arasına uçurum koyan bir erkek egemenlikli sistemin gazabıyla karşı karşıyayız.

Günümüzde ekolojik sorun kadının özgürlük sorunu kadar önem taşımaktadır. Zirakadının toplumsal adalet sorunu olduğu kadarekolojik olma sorunu da vardır. Kadının özgürlük ihtiyacı olduğu kadar ekolojinin de özgürlük ihtiyacı söz konusudur. Bu durumda sorunu köklü çözüme kavuşturacak ise, kadın eksenli bir adalet sistemi olacaktır. Ekolojiye ilişkin bilinçlenmek, örgütlenmek ve bunun toplumunu inşa etmek kadın adalet sisteminin temel faaliyetlerinden birisidir.

Ekolojik bilincin zihniyette dönüşümüöyle salt teorik anlam taşımamalıdır.  Önemliolan bunun dile, davranışa, vicdana, ahlaka ve doğaya yansımasıdır.Sağlıklı bir toplum yaratmak için ekolojikişleyişin kendi doğallığına, bir anlamda sağlığa kavuşması gerekir. Bunun için, hayvan haklarından tutalım, ormanları korumaya, endüstriyalizme karşı mücadeleden, doğayı yeniden oluşturmaya kadar temel bir görev bu olmalı ve toplumsal eylemliliğin vazgeçilmez bir parçası haline getirilmelidir. Ekolojiye adil, ahlaki ve vicdani yaklaşım toplumun yeniden doğayla bütünleşmesi ve bir uyum içerisinde yaşamasını öğrenmesiyle gelişecektir. Önder APO,“Biyolojik duyarlılığı olmayanın toplumsal duyarlılığı sakattır”deyiminden de anlaşıldığı gibi kadının adalet sistemi toplumsal yaşamdan sorumlu olduğu kadar ekolojik yaşamdan da kendisini sorumlu görmelidir.Enbaşta doğanın en küçük bir canlısıyla adaleti gözeterek ilişkilenmesi temel ilke olmalıdır.

 

Kadın Erkek İlişkileri Özgür Eş Yaşamİlkelerine Dayanmalıdır

Kadın özgürlüğüne dayalı toplumsal adalet sisteminin temel gündemlerinden birini de kadın erkek ilişkileri, bu ilişkiler etrafında yaşanan toplumsal sorunlar oluşturacaktır. Önderliğimiz “Kadınla erkek arasındaki ilişkiler kavranmadan, hiçbir toplumsal sorun ne yeterince kavranabilir ne de çözümlenebilir. Toplumsal sorunların temelinde kadın-erkek ilişkilerindeki sorunsallık yatar” belirlemesi ile kadın-erkek ilişkilerinin tekil, bireysel ilişkiler olarak ele alınamayacağını ortaya koyar. Mitolojilerden dinlere, medeni kanunlardan örf-adetlere kadar herkesin bir tanım ve kural getirdiği kadın erkek ilişkilerin tarihinin en krizli dönemini yaşamaktadır. Geleneksel aile ilişkileri ve kapitalizmin günü birlik cinsel tatmine dayalı ilişkilerinde aşkın kıyımı yaşanmakta, her kadın-erkek ilişkisi adeta cinnetlik bir hal almaktadır. Bu cinnetlerin bedellerini ise fiziki yada ruhsal olarak en ağır biçimde kadınlar yaşamaktadır.

Kapitalizmin özel alan olarak erkeğin insafına bıraktığı aile kurumu kadınların ve çocukların günlük olarak şiddete, baskıya, taciz-tecavüze uğradığı bir alan haline gelmektedir. Geleneksel kurumlar ise kadını mal-mülk, namus olgusu olarak ele almakta satabilme, öldürebilme yetkisini de elinde bulundurmaktadır.

Namus, bekaret, zina, taciz, tecavüz, karı-koca ilişkileri gibi konuların hukuk sistemlerindeki tanımları tamamen binlerce yılın ataerkil bakış açısı ile şekillendirilmiştir. Kadınlara bir babanın, kocanın mutlak mülkü olma dışında yaşam şansı tanımayan bir sistemin hukukudur geçerli olan. Yasalardaki cinsiyetçilik en fazla bu konularda belirgindir. Yasalarda kadın lehine olan hususlar ise toplumsal baskı ve yargı sisteminin cinsiyetçiliği ile ortadan kaldırılmaktadır.

Kadın-erkek ilişkileri konusunda gündeme giren sorunlarda erkek lehine uzlaşmanın sağlanması sıkça ortaya çıkan bir durumdur. Oysa böylesi durumlarda kadının kölelik statüsüne ikna edilmesi sorunların çözüldüğü sanılmaktadır. Çoğu zaman bu tür olayların sonucunda kadınlar çok ağır bedeller ödemektedirler. Kadınların talep ve beyanlarının esas alındığı, kadının etrafındaki ataerkil sistemi göz önünde bulundurarak sorunlara müdahil olunmalıdır. Kadınların baskı altından olmadan kendi özgür tercihlerini yapabilecekleri olanaklar olmazsa kadınlar için adaleti sağlamak mümkün değildir.

Bu nedenle kadın özgürlüğünü esas alan bir adalet sisteminin öncelikle kadın-erkek ilişkilerinde özgür eş yaşam ilkelerinin belirleyici olduğu kriterlerle karar alması gerekir. Geleneksel toplumun yada kapitalist modernitenin kadın-erkek ilişkilerini model alarak, onların oluşturduğu kriterlerle karar verilmemelidir. Kapitalist modernitenin ve ataerkil sistemin en büyük iflası bu alanda yaşadığının bilinciyle konuya yaklaşılarak toplumun bu konularda eğitilmesi kadar kadınların tercih sahibi olmasını sağlayacak imkanların, korunma, eğitilme imkanları yaratılabilmelidir. Özgür eş yaşam ütopik, gerçekleşmeyecek bir ilişki olarak ele alınmamalıdır. Demokratik ulusun, sosyalist yaşamın temel ilişki biçimi özgür eş yaşam temelinde gerçekleşecektir.

 

Demokratik Ulus İnşasında Kadının Hukuk Sistemi Onun Özgür Yaşam Sistemidir

 

Demokratik ulusun inşasında hareketimiz açısından temel bir hususu toplumsal adalet sistemimizin nasıl kurumlaşacağı konusu oluşturmaktadır. Toplumsal yaşamda etkin olduğumuz alanlarda açığa çıkan deneyimler bu konudaki tartışmalarımızı derinleştirme ihtiyacını ortaya çıkarmaktadır. Çünkü toplumsal sistemlerin başarısını somut olarak gözler önüne seren pratiklerin başında adaleti sağlama gücü gelir. Toplumsal adalet sistemimiz açısından da hukuk ve yasaların esas olmadığı, temeline ahlakın oturtulduğu bir kurumlaşmanın geliştirilmesi gereği vardır.

Demokratik ulus inşasında öncü partiler olarak PKK ve PAJK için önderliğimiz demokratik toplumun prototipi olma misyonunu ortaya koymuştur. Bu nedenle öncü partilerin kendi içindeki adalet sistemi ile de toplumsal adalet sisteminin temsilini yapması gerekir. Bu açıdan bakıldığında PKK’nin kırk yıllık örgütsel deneyimi ile program, tüzük ve hukuktan ziyade ahlaka dayalı bir sistem geliştirilmiş ve bu sistem toplum içerisinde de bir ölçü olarak benimsenmiştir. Hem Kürt toplumunda hem de PKK’yi yakından tanıyan herkeste PKK adaletine büyük bir güven ve saygı oluşmuştur. Kurumlarımız ya da kadrolarımız bu değerleri temsil ettikleri oranda kabul görmüş, bu ilkeler ekseninde yeterli bir yaklaşımın sahibi olmadıklarında ise eleştirilmiş, PKK’nin temsilini yapamadıkları ortaya konulmuştur. Bu anlamda ideolojik partiler ve onun kadroları toplumun yaşayan ahlakının temsilini yapmakla mükelleftir.

Kırk yıllık mücadele deneyimimiz göstermiştir ki kişinin suçu ya da yetersizliklerinin yerinde, zamanında onunla birlikte yaşayan topluluğun huzurunda ele alınması sorunların çözümünde ve toplumda ahlaki ilkelerin yaşamsallaşmasında daha sonuç alıcı bir yöntem olmaktadır. Platform ve çözümleme adı verilen bu zeminlerde kişinin sosyolojik, psikolojik analizleri yapılmakta, yetiştiği kültürden içinde şekillendiği çalışmalara kadar birçok veri değerlendirilerek hakkında karara varılmaktadır. Soruna konu olan durum bir kadını ilgilendirdiğinde ise daha özgün mekanizmalar devreye girerek, cinsiyetçi toplum etkilerinin hakikat üzerindeki etkisi bertaraf edilmektedir.  Alınan kararın uygulanmasını ve kişinin kendisi üzerinde yarattığı dönüşümün takip edilmesini sağlayacak mekanizma da yargılamayı yapan topluluğun kendisi olmaktadır. Eğiterek, destekleyerek bazen uyararak bazen yol göstererek de olsa Önderliğimizin PKK 3. Kongresinde dile getirdiği üzere “kişi değil toplum, an değil, tarihsel çözümleme”lere ulaşılmaktadır.

Toplumsal alanda geliştireceğimiz adalet sistemimizin nihai hedefi de toplum içerisinde hukuki kural ve kaidelerle değil, ahlaki olmayı esas alan bir düzeyin yaratılmasıdır. Bir parti, aşiret ya da inanç grubu ortak değerlere sahip olduğundan kendi içinde ahlaki bir sistem kurmakta fazla güçlük çekmeyecektir. Her topluluğun, inanç grubunun hatta örgütlenmenin kendine has ahlaki gelenekleri, ne kadar çarpıtılmayı yaşasa da belli oranda korunmuştur. Ancak toplumsal alanlarda hele de günümüzün kozmopolit metropolleri düşünüldüğünde çok farklı değerlerin olması sadece ahlaka dayalı bir sistem geliştirmede zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Kapitalist modernitenin ahlakı ortadan kaldırmak için süreklileşen saldırılarının yarattığı tahribatları da bu zorluklara eklemek gerekir. Ahlaki değerlerin ortaklaşmasını, bunun bilincini yaratmadan toplumsal sorunların sadece belli ahlak ilkeleri temelinde çözümünü beklemek gerçekçi olmayacaktır. Ancak bu durum ahlakın değil, hukuka dayalı bir adalet sisteminin zorunlu olduğu sonucunu da ortaya çıkarmaz. Erkek egemen zihniyetin dayatmalarından biri de bu husus olmaktadır. devletlerin hukuk siteminin ötesini düşünememek bu yaklaşımda belirleyicidir. Oysa kadınlar devletli hukuk sistemlerinin ilk ve son mağdurları olarak ahlaka dayalı bir sitemin inşasında daha etkin bir rol oynayabilmelidir.

Bu açıdan kadın toplumsal adalet sisteminin temel bir ilkesi, cinsiyetçi hukuk alanında egemen erkek zihniyetine karşı mücadele etmeli ve hukuk içerisine adaleti yerleştirebilmelidir. Devletçi hukuk özü itibariyle bir güç ve otorite simgesidir, adaletten, ahlaktan ve demokrasiden uzak bir sistemdir. Buna göre, kadın hukuku, ahlak, adalet ilkesine dayanan, bunu yaşamsallaştıran bir sistemdir ve önemli olan toplumsal adalet çerçevesinde geliştirebilmektir. Kadının hukuku tarihsel, felsefi, ideolojik ve evrensel boyutlarda bütünlüklü bir sistemi ifade ediyor. Toplumun özelde de kadınların haklarını gözeten ve bu konularda toplumu aydınlatan çalışmalar yürütendir. Günümüz eril sistemin çözülüşü açısından kadın hukukunun merkezine toplumsal iradeyi, adaleti, ahlakı, eşitlik ve demokrasiyi yerleştirmek elzemdir. Erkek egemenlikli zihniyetle yaratılan mevcut hukuk sisteminin ilk inkâr ettiği gerçeklik kadının hukuktaki yeri olmuştur. Kadına ne hukukta ne adalette ne de yaşamın herhangi bir alanında yer verilmemiş, bir söz sahibi olmamıştır. Devletçi-hukuk sistemin kadına yönelik bastırma, tecavüz, taciz, işkence ve katletmek gibi şiddet davalarında cinsiyetçi yaklaşımları her zaman yüzümüze vuran bir gerçeklik olarak açığa çıkmaktadır.

Günümüzde kadına dönük şiddet vakalarının toplumda giderek artmasındaki temel nedenlerden birisi hiç kuşkusuz devlet-iktidar zihniyetin cinsiyetçi hukuk sisteminin ayrımcı yaklaşımıdır. Cinsel nesneleştirme en başta hukuk normlarında normal görülmektedir. Beş bin yılı aşkın süreçtir hep haksızlığa, adaletsizliğe ve köleliğe mahkûm edilmiş kadına, toplumda “iffetsiz” “günahkâr” olarak statü tanınmakta bu da devletin faşist kişi ve kurumlarına ve yargı sistemlerine kadar yansımaktadır. Neredeyse dünyada şiddete uğramamış tek bir kadın kalmamıştır. Kadına yönelik şiddet toplumda meşru olarak görülmekte ve en yaygın olanı ise tecavüz olmaktadır.

Adeta kültür haline gelen tecavüz, devletin hukuk yasalarında artık sıradan bir olay, önemsizleştirilmiş, basit bir dava olarak ele alınmaktadır. Örneğin, bir tecavüz davasında yargılanan tecavüzcü erkek olması gerekirken, tersine tecavüze uğrayan mağdur kadın yargılanarak mahkemede veya toplum içerisinde bir suçlu konumuna düşürülmektedir. Suçlama her zaman kadın aleyhine yapılmaktadır. Bu zihniyet ve yargı ile yapılmak istenen hiç kuşkusuz kadın bedeninin sömürülmesi, istismar edilmesidir. Yine Kürdistan’da özelde Ortadoğu’nun birçok bölgesinde yaygın olan namus cinayetleri de aynı şekilde erkek namusunu koruduğu gerekçesiyle ceza indirimli olarak uygulanmakta, cinayet, tecavüz ve kadına karşı şiddet devletçi hukuk kurallarında meşru kılınmaktadır. Kısaca bu kararları belirleyen devlet-iktidar sisteminin cinsiyetçi hukuk sistemi, adaletten, demokrasiden uzak zihniyetidir. Bu durumda kadına adil yaklaşmadığı gibi suç-ceza kanunlarında mağdur olan her zaman kadınlar olmaktadır.

Dolayısıyla toplumda ve hukukta mağdur olmuş kadınlara sahip çıkacak, koruyacak ve onları savunacak bir kadın hukukuna ihtiyaç vardır. Toplumsal adalet sistemi temelinde kurumlaşmanın temel bir ilkesi başta kadın ve toplumun iradesini esas alan adalet ilkesi kaçınılmazdır. Zira halkın iradesini esas almayan hangi kurum, örgüt olursa olsun nihayetinde iktidarcılıktan, bürokratizmden kurtulamayıp, devletçi-hukukun despotik sistemine benzeyebilir. Böylece ahlaki ve politik toplum inşasında kurumlaşmanın önemi kuşkusuz bireyin ve toplumun her konuda ihtiyacını karşılamasıdır. Kadın adalet sistemi yerelden başlayarak tüm il ve ilçelerde örgütlenmeye gidebilir.

Kadının hukuku öncelikle topluma adalet bilincini kazandırmaktan ve kendi toplumsal adalet sistemini örgütlemekten sorumludur. Bunun eğitsel-zihniyet çalışmalarına önem verilmeli ve kadının her alanda hak ve söz sahibi olduğu bir ortam inşa edilmelidir. Köy-kent, mahalle ve meclisler içerisinde kadın toplumsal adalet komisyon ve birimleri geliştirilebilir. Bu birimler bağımsız olarak, kadın özgünlüğünde örneğin, bir temyiz organı şeklinde örgütlenebilir. Kadınla ilgili sorunlar bu temyiz organlarında -buna platform da diyebiliriz-  ele alınarak çözüme gidilebilir. Böylece toplumun ve kadınların kendi sorunları devletin cinsiyetçi mahkemelerinde değil, yerellerde, özgür halk platformlarında veya bağımsız, kadın temyiz platformlarında ele alınarak çözülebilir.

Adaletin gözetildiği, özellikle kadına karşı her türlü şiddet sorunlarında, erkeğin gölgesinde olmadan özgür platformda, adil, eşit ve çözümü savunacak düşüncede yaklaşım esas alınmalıdır. Suç-ceza mantığını aşan, sorunları daha çok ahlaki anlayışıyla çözen bir tarzda gelişmelidir. Kadın adalet sistemi öncelikle kadınla ilgili davalardan sorumludur. Çünkü eril hukukun sorunlara cinsiyetçi yaklaşımı kadınları suçlu konumdan öteye götürmediğinden, kadınla ilgili davaların kadın adalet sisteminin gözetimine ihtiyaç duyduğunu göstermektedir. Ayrıca bu sistemin temel bir görevi de toplumda mağdur olan kadın, genç, yaşlı demeden onlara istihdam sağlayacak, onların psikolojik, sosyolojik, ruhsal boyutlarını sağlığa kavuşturacak bir kadın yaşam evleri, kadın araştırma merkezleri, atölyeler ve eğitim akademi-mekânları gibi alanlara da ihtiyaç vardır. Bu mekânlar kadınları fiziki, psikolojik ve ruhsal açıdan koruduğu kadar, buralarda sunulan meslek, iş imkânlarıyla da kadınlar, özgür yaşam sistemlerini kurarak hem kendi öz gücünü açığa çıkaracak ve hem de çok yönlü yetenek sahibi olup etkinleşeceklerdir.

 

Bunları da beğenebilirsin