Ekonomiye Kadından Bakınca…

Zilan Narin

Çok karmaşık teorilere girmeden biraz yaşamın kendisine yoğunlaşarak ekonomiyi anlamaya çalışalım.

Serbest ticaret, liberal, neoliberal ekonomi, ithal ikame, … makro ve mikro ekonomi politikaları, karmaşık formüller, borsa, finans, para… ekonomi denince bir yığın anlaşılması oldukça zor kavram, hesap kitap geliveriyor aklımıza. Soğanın fiyatı mı yükseldi, ekmeğe zam mı geldi, işsizlik sigortası nasıl belirlenir, kredi nasıl çekilir, yoksulluk sınırı nedir, açlık sınırı nedir, hangi ülkenin ekonomisi gelişmiştir hangisi azgelişmiştir… Bizim bilgi alanımızın dışında, ekonomistlerin bilebileceği gündemlerden… Malum bu ekonomistler de pek çoğunlukla erkekler.

Sebze yetiştirmekten tutalım, yün eğirmeye, tarlamızda ektiğimiz buğdayı soframızdaki ekmeğe dönüştürmeye, yemek pişirmekten etrafımızı temizlemeye, sevdiklerimizle paylaştığımız sevgiden, çocukları büyütmeye hayatımızın akmasını sağlayan pek çok üretim, faaliyet ise ekonominin alanında görülmez zaten. Şimdi saydıklarımızı okuyunca sizin de aklınıza kadınlar gelmiştir muhtemelen. Kadınların emeği de tıpkı kadınların yaşamın olağan bir parçası olarak yaptıkları işleri gibi görünmez, görünse bile önemsenmez, kıymeti düşüktür. Kadın dediğin oturup çocuğunu büyütmeli, yuvasının ocağını tüttürmeli, ha ama gerekirse başını önüne eğip fabrikaya, atölyeye de gitmeli, yuvasını ihmal etmeden… Ve hizmet-bakım bugün bir sektör olarak neoliberalizmin yeni kar -yani sömürü- alanı haline gelmişken, bedenimiz duygularımız bir sermayeye dönüşüverir bu kısır döngüde.

Neyin ekonomi sayılıp sayılmayacağına bizim değil ekonomistlerin, devletlerin, şirketlerin karar verdiği bir dünyada, ekonomisiz bırakılmanın sonuçlarını en yakıcı haliyle biz yaşıyoruz yine, kadınlar. Ekonomi her ne kadar çoktan uzmanlara bıraktığımız bir konu olsa da yoksulluk, emek sömürüsü, işsizlik, geçim derdi dünya nüfusunun %99unun, başta da kadınların gündemi olmaktan çıkmıyor. Neden en başta kadınlar diyoruz? Çünkü şu ataerkil düzende işçi olsun olmasın kadınların ‘bakmakla yükümlü oldukları’ erkekler, çocuklar, yaşlılar var… Kadınların kaynatmak zorunda oldukları bir tencere, beslemek zorunda oldukları çocuklar var. Para gelmeden tencere nasıl mı kaynayacak? Peki tencereyi kaynatan olmadıkça para ne işe yarayacak!

İşte ekonomi ve kapitalizm, sermaye ve emek birbiriyle karıştırıldıkça, hele bu erkek egemenlikli zihniyetin üstüne kurulunca ekonomi kendi başına tanımlanamaz hale geliyor.

Ekonominin kendi başına bir tanımından kastımız öyle boşlukta yüzen bir alan olması değil tabi ki. Ekonomi sonuçta insanın ilk toplumsal faaliyetiyle birlikte oluşmaya başlayan yaşamsal bir alan. Bu cümleden yola çıkarak ekonomiye odaklanalım. Kollektif-toplumsal-yaşamsal… bu üç kelime ekonominin karakterini koyuyor. İnsan bireyinin özsavunması toplumsallığıdır, kolektif yaşam becerisidir. Öyleyse ekonominin ilkesel olarak komünal, toplumsal olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla birilerini değil, herkesi ilgilendiren, herkesin katıldığı bir süreçtir. Diğer bir ifadeyle kollektif olduğu kadar demokratiktir.  Bu karakterini sürdürmeyen ekonomi, ekonomi olmaktan çıkar. Yaşamdan uzaklaşır. Bir sömürü çarkına dönüşür. Çok keskin bir belirleme gibi duyulsa da hakikati ifade ediyor. Günümüzde hüküm süren kapitalist sistemin ekonomik perspektifi kadınlar başta olmak üzere hem toplumu hem de yaşamı sermayenin çıkarına olmadığı sürece yok sayma üzerine kuruludur. Dolayısıyla kapitalizmden veya kapitalizm eleştirisinden yola çıkarak ekonomiyi anlamaya çalışmak bizi yanıltır. Ekonomiyi yaşamdan, toplumdan, kadından yola çıkarak anlamaya çalışmak, hem mevcut sisteme itirazlarımızı güçlendirir hem de oluşturulacak alternatifleri…

Kadın, bu toplumsallığın ve yaşamsallığın kıyısında köşesinde değil, tam merkezinde ekonomiyi örgütleyendir. Çünkü toplumsal yaşamın kolektif örgütlenmesi kadın etrafında ve öncülüğünde gelişmiştir. Ana çocuk ilişkisi bunun çekirdeğini oluşturmuştur. Sonrasında tarım köy devrimi olarak da adlandırılan yerleşik yaşama geçişte, bitki ve hayvanların evcilleştirilmesinde, toplumsal sistemin düzenlenmesinde kadının etkinliğini gösteriyor bütün veriler. Kadınlar bu süreçte, “binlerce yıl insanlığı besleyecek tekniği, tarımı, hayvancılığı, gıda ve giyim endüstrisini, matematik vb. birçok alanı temellendirdiler.”[1]

Ekonomi kelimesine etimolojik bir yolculukla bu bilgiyi pekiştirmek mümkün. Ekonomi eski Yunanca’da, oíkos οίκος ev + némō νέµω paylaştırmak düzenlemek köküne dayanır. Ev yasası yani. Kürtçe’de kullandığımız aborî ise Sami dilinde ibûra /ivûra, Akad dilinde ebūru kelimelerine dayanır.[2] Ürün, yiyecek, harman, tahıl, buğday gibi anlamlara gelir. Bir diğer ifadeyle ‘‘geçimini sağlayan şey’’dir ekonomi. Ekonomiyle ilişkili sayı, hesap kelimesinin Kürtçesi de ekonomi kadın yaşam ilişkisine ışık tutuyor. Ramazan Çeper Ferhenga Etimolojiya kitabında jîmar (sayı) kelimesinin anneden geldiğini belirtir: “Jî + mar / e. Hejmar / ejmar / hûmare / jmar. Mare Dimilki lehçesinde anne anlamına gelir. Jî+mare: Anneninki, anneye ait olan, annenin işi. Mare kelimesi de Hurricedeki Marya kelimesinden gelir. Hurrilerde kadına Marya denir. Jîmer kirin: hesap işi, matematik anlamına gelir. Her ne kadar sayılar Sümerlerde rahiplerin işi olarak bilinse de Sümerler öncesi neolitik dönemde geçim, ekonomi ve paylaşım kadınlar tarafından yapıldığı için hesap ve sayılarla da kadınlar meşgul olmuştur.”[3]

*

İnsanı bütün diğer hayvanlarla taşıdığı ortak özellikleri vardır. Barınmak, beslenmek ve üremek… Güdüsel ihtiyaçlardır bunlar. Ama insanı farklılaştıran bu ihtiyaçlarını nasıl karşıladığıdır. En tekil gibi görünen üreme alanı da dahil olmak üzere bu ihtiyaçların hepsinin belli bir toplumsallık içinde kolektif bir yaklaşımla karşılandığı bir tarihimiz var. İşte ekonomi dediğimiz faaliyet temelde bu sürecin örgütlenme biçimidir. İhtiyaçların temini ve yaşamın sürdürülmesi ekonominin özünü oluşturur. Tabii ki günümüzde bu ihtiyaçlarımızı nasıl karşıladığımızla geçmişte karşıladığımız biçimler oldukça farklılaşmış, çeşitlenmiş, karmaşıklaşmıştır. Yine de ne kadar farklılaşmış olursa temel kolektif ilke geçerliliğini koruyor. Bu süreci her koyun kendi bacağından asılır mantığıyla bireyselleştiren kapitalizm ve benzeri sistemlerle kan uyuşmazlığımız bundan kaynaklı. Bugün ‘you can do it’, yapabilirsin! gibi sloganlarla insan bireyinin gücüne işaret edilse de toplumsallıktan mahrum bırakılmak, bir insan için sadece sosyal ölüm değil, fiziksel ölümdür de.

‘Temel ihtiyaçlarımızı karşılayacak şekilde örgütlenen yaşam’ derken tamamen güdüsel bir yaşamdan bahsetmiyoruz. En ufak bir maddi varlığın bile bir anlamla donatıldığını, anlamın yaşamın merkezinde olduğu bir yaşamdan bahsediyoruz. Böyle olduğunu sanatın, estetik ölçülerin gelişiminin neredeyse insanlık tarihiyle yaşıt olmasından anlayabiliriz. İnsan toplumsallığı, güdülerini de toplumsal anlam arayışlarının bir parçası haline getirmeyi bilmiş, bu şekilde yaşamını maddi olanın ötesine taşıyarak metafizik arayışlarına da cevap olacak şekilde örgütlemiştir. Yaşamın anlam odaklı örgütlenmesinin etik ilke ve ölçülerin gelişmesine yol açmış olması da şaşırtıcı değil. Ekonomi bu etik ilke ve ölçülere dayanarak örgütlenmiştir. Ekonomiyi maddi altyapı olarak sınırlandıran ekonomistlerin burada yanıldığını söyleyebiliriz. Maddi altyapı ve kültürel/ideolojik üstyapı birbirinden ayrıştırılamayacak denli birbirine bağlıdır. Ekonomi alt yapı üst yapı diye ayrıştırılamayacak bir örgütlenme sisteminin kendisidir. Üretim ilişkileri, üretim araçları, yönetim sistemleri, inanç sistemleri, kültür, eğitim vb. başından beri biri öbürünün önkoşulu olmayan bir etkileşimle iç içe gelişmiştir. Mesela “çömleğin yapılışı, artı ürünü biriktirmeyi mümkün kılmıştır” gibi kaba bir ifade, toplumsal yaşamın örgütlenme süreçlerinin dayandığı binlerce arayışı, hele o çömleği yapan kadının toplumsal düzenini ifade etmekte en hafif ifadeyle yetersiz kalır.

Tabii ki maddi zeminin, yaşamın örgütlenmesinde önemli bir etkisi vardır. 100 yıl önceki dünyayla bugünkü dünya arasında bile bu kadar fark varken, bunu inkar edemeyiz. Sanayi devrimi adı verilen buharlı makinaların icadından sonra yaşamımızda ciddi değişiklikler oldu. Mesela artık kendi kıyafetimizi dikmek yerine mağazaya gidip satın alabiliyoruz. Yüzbinlerce insan aynı anda aynı fabrikadan üretilmiş ayakkabıyı satın alıp giyinebiliyor.  Ya da mesela bir zamanlar mağara ya da benzeri korunaklı alanlar insanların barınma mekanıyken, başka bir zamanlar kerpiçten, taştan evler yapılmış, şimdiyse camdan demirden tuğladan mekanlarda barınıyoruz. Kerpiçten de yapılsa camdan da yapılsa sonuçta ev evdir diyebiliriz belki. Ancak başta da belirttiğimiz gibi esas fark yaratan, ihtiyaçlarımızı örgütleme biçimimizdir. Köylülerin kolektif bir çalışmayla kerpiç kalıplarını döküp, evin temellerini kazıp, o temeller üzerine hep birlikte alınteri dökerek yaşayacakları yeri inşa edip, içinde cem olmaları başkadır. Gerekli parayı toplamak için gece gündüz çalıştığınız halde yine de borçlanarak, bir apartman dairesine sahip olmanız-ki o da ancak yaşlandığınızda nasip olur- ya da ömür boyu kiracı kalmanız başka….

İhtiyaçlarımızı karşılamak, kolektif yaşamımızın olağan akışının bir parçası olmaktan çıkıp “metalaştırıldıkça” ekonominin kendisi de örgütlü yaşamın dışına çıkarak “bağımsızlaşır”. Bundan ötürüdür ki “geçimini neyle sağlıyorsun” sorusuna cevabımız, nasıl yaşadığımızdan tamamen bağımsızlaşmış durumda. Yaşam evle, ekonomi işle özdeşleştikçe, toplumsallıkta en az ikiye parçalanıyor. Böylece bir sosyal hayatımızın ve bir de iş hayatımızın olması olağanlaşıveriyor. Aslında evin yaşamla özdeşliği kendi başına bir sorun taşımıyor, zira ekonomi tanımında da değindiğimiz gibi yaşamın örgütlendiği yerdir ev. Asıl sorun, ekonominin evden uzaklaştırılmasında. Ve uzaklaştırılırken kadının eve hapsedilip, sadece kapitalist sömürü çarkının ihtiyaçları doğrultusunda bu yeni sisteme dahil edilmesinde. Ekonominin evden uzaklaştırılması, köyden-tarımdan uzaklaştırılıp sanayi kentlerine sıkıştırılması ile eş zamanlı geliştiğinde yeni parçalanmalara maruz kaldı toplumsallık. İş imkanlarına yaklaşmak için şehirlere taşınan evler, “var ama yok” statüsünde kimliksizleştirilen kadınların hapishanelerine dönüştü.

Evde ne yaparsınız yemek yersiniz, dinlenirsiniz, ailenizle vakit geçirirsiniz, uyursunuz. Sabah kalkıp bunları yapabilmeniz için gerekli parayı kazanmak üzere evden bir takım insanlar dışarıya para kazanmaya gider. Bir takım insanlar da –ki bunlar genelde kadınlardır- saçını süpürge ederek evi temizler, yemek yapar, çocuklar ve yaşlılara bakar, sökükleri diker, dışardan gelecek para yetmeyeceği için “ek gelir” getiren işler yapar vs vs… Ama o evde yaşayabilmek için o kadar çok çalışmak zorundasınızdır ki, bir zaman gelir ev sadece uyumak üzere kullandığınız bir yer olur. Toplumsallığımızın bir mekanı olmaktan çıkar. Akşama kadar döktüğünüz ter, patlattığınız kafa sırf o barınağı elde tutmak içindir. Karşılığı maaş olan emeğimiz, yaşamak için harcamak zorunda olduğumuz bir nesnedir, metadır. Kadının döktüğü ter ise zaten emekten sayılmadığı için hiçbir karşılığı yoktur. Yaşamak için mi çalışırsınız ya da çalışmak için mi yaşarsınız sorusu %99 için bir tercih konusu değildir. Başınızı sokacak bir ev, karnınızı doyuracak iki lokma ekmektir mesele.

İşte ihtiyaçlarımızı örgütlemek toplumsallığın bir parçası olmaktan çıkıp, kolektif sorumluluktan ziyade bireysel kapasitemize bağlandığı anda, sistemin kontrolüne girmiş oluyoruz. Bundan gayrı sisteme dahil olmak özgür bir tercih alanı değil mecburiyet alanıdır. Ve bu mecburiyet alanında kapitalizmle ataerkil sistemin sınırları iç içe geçmiştir. Bu yüzden ekonomik sömürü nerden bakarsanız bakın kadınları vuruyor.

Ne tükettiğimize, nasıl ürettiğimize bakalım aynı tabloyla karşılaşırız… Mecburiyetler alanı. Süt üreten köylünün süt içemediği, sebze üretenin ürettiği sebzeleri pazarda alamaz durumda olduğu, bir tavuğa günde iki kez yumurta yaptıran, piyasa ekonomisinin dalaverelerine ortak olmayanın ayakta kalamadığı bir sistem…ve adına ekonomi deniyor. Bu çarkın dişlisi olmaya itirazımız var. Ve bu sistem karşısında çaresiz değiliz. Alternatiflerimiz var.

Hakikatmiş gibi gösterilen bu gerçeği alaşağı etmenin mücadelesini yürütmek, ekonomiyi yeniden tanımlamak ve yeniden örgütlemek Hindistan’dan Şili’ye, Meksika’dan Kürdistan’a kadınların gündeminde. Jineoloji, ekonomiyi yaşamdan, kadından, toplumdan yola çıkarak yeniden tanıma kavuşturmanın, demokratik komünal ekonomi örgütlenmelerinin bilgisini paylaşmanın zemini olma hedefiyle bu gündeme dahil olmaya devam edecek.

 

[1]                                     Jineoloji Akademisi, Jineolojiye Giriş, Azadi Matbaası, 2015, sy 193

[2]                                     https://ku.wiktionary.org/wiki/abor%C3%AE

[3]                                     Ramazan Çeper, Ferhanga Etîmolojiyê, Ar yay, 2014

Bunları da beğenebilirsin