Bir Yol Hikayesi: Halime İle Siham’ın Özgürlük Yolculuğu

Zozan Sima

Kobani’den Cizre kantonuna giden minübüste başını omzuma dayamış derin derin iç çekiyordu Siham. Boynumdaki kefiyemle oynuyordu bir yandan. Kefiyeyi çıkarıp sardım boynuna. Sarılıp öptü yanaklarımdan coşkuyla. Arka koltukta oturan Halime’nin küçük kızı Melek Siham’ın kefiyesini başına örtmeye çalışıyor. Siham hışımla indirip başından “bir daha asla örtmeyeceğim kafamı” diyor. Kimbilir kaç kez tanık oldu Halime’nin çocukları başlarına kapatmadıkları için kadınların hakarete, işkenceye uğradığına. Belki de öldürüldüğüne. Aklımdan bir sürü soru geçiyordu onlara sormak için. Ama soramıyordum. Belki de onlar unutmak istiyordur hakkım var mı onlara hatırlatmaya. Neler geldi başlarına acaba o zalimlerin elinde. Her tepki ve sözlerinden hikayelerini çözmeye çalışıyorum bir yandan.

Kobani’den Cizreye bizi götürecek olan minübüsü beklerken Şengal’e gidecek bir ailenin de bizimle geleceği söylendi. Aradan on dakika geçmeden odaya 35 yaşlarında bir kadın, yaşları 9 ile 3 arası değişen iki kız, iki erkek çocuğu ve 17-18 yaşlarında bir genç kadın girdi. Kalkıp yer verdik, yanımızdaki sandalyelere sığındılar ürkekçe. Başlangıçta beklediğimiz yolcuların onlar olduğunu düşünemedim. Çünkü çantaları yoktu ve bir haftadır kemiklerimize işleyen kuru Kobani soğuğuna karşı üzerlerinde kalın giysileri, montları da yoktu. Hepsinin ayağında terlik vardı. Sanki bir şey almaya yada sormaya gelmiş gibilerdi. Bakışlarını kaçırıyorlardı her an birinin saldırısı yada darbesine maruz kalacak gibi korkmuş gözlerle bakıyorlardı etrafa. Siz “Kobanili misiniz” soruma başını sallayarak evet dedi 35 yaşlarındaki mavi gözlü güzel kadın. Konuşmak istemiyor gibiler. “Benzemiyorsunuz” diyorum. Gülüyorlar. O an kafamda taşlar yerli yerine oturuyor. Rakka hamlesinin sürdüğü bir dönemde DAİŞ’in elinden kaçan Ezidi kadın ve çocuklar bunlar. Yutkunarak, gözlerime bir acıma hissi sinmesin diye çabalayarak soruyorum “siz DAİŞ’in elinden mi kaçtınız?”.  “Evet” diyorlar derin bir iç çekerek. Bir ağlama hissi, bir utanç doğuyor içime ama tutuyorum kendimi. Her iki kadına da yeniden sıkıca sarıldım uzun uzun. Ellerini tutup “hoşgeldiniz” dedim. Gülümseyerek onlar da karşılık verdi.

Yola düşüyoruz. Adlarını soruyorum. Mavi gözlü annenin ismi Halime, genç kızın ismi ise Siham. Qîranî aşiretindenlermiş her ikisi de. Çocukların en küçüğü Mardin henüz üç yaşında. Kaçırıldıklarında bir yaşındaymış. DAİŞ’liler ismini değiştirip Muhammed yapmışlar. Onun bir büyüğü erkek çocuğu 5 yaşlarında onun adı da Mersin. Onun isminide Mesut olarak değiştirmişler. Hatta dalga geçercesine Mesut Barzani diyorlarmış. Kızların isimleri ise Leyla ve Melek. Biri 6 biri 9 yaşlarında. Bir de en büyük kızkardeşleri Moni varmış. O da daha 11 yaşındaymış. Ancak onu getirememişler. Çünkü başka bir ailenin yanında köleymiş.Ve ona neler olduğunu bilmiyorlar. Umarım oda bir gün kurtulacak diyor Halime.

Ben soramıyorum. Onlar arada anlatıyorlar zaman geçtikçe. Bu arada yol boyunca etrafa bakıyorlar. Geçtimiz köylerin ve şehirlerin isimlerini soruyorlar. Neredeyse istinasız geçtiğimiz her yer için “burası da DAİŞ’in elindeydi ve arkadaşlar mı kurtardı” diye soruyorlar. Her evet dediğimde bir mutluluk sarıyor içlerini. Belki de iki yıldır DAİŞ’in denetimi altındaki şehirlerde yaşadıklarından emin olmak istiyorlar, şehirlerin onlardan temizlenebileceğine, bir hayalin gerçekleşmesi olarak bakıyorlar kimbilir. Kobani direnişini televizyondan izledik diyorlar. Kandil’den arkadaşların Şengal halkını kurtarmaya geldiğini de. Bunların kendilerini ne kadar mutlu ettiğini ve umutlandırdığını da anlatıyorlar.

Yol boyunca ellerimi bırakmıyor Siham. Ben de bırakmıyorum ellerini. Arada kaldırıp başını anlatıyor bir şeyler, ben her anlattığını kaydediyorum hafızama. “En son evlendirildiğim kişi uçaksavar uzmanı bir Libya’lıydı. Beni beş kez evlendirdiler. Ellerimi kelepçeleyip kafir olduğumu söylerek döverdi beni”. Sonra yine başını omzuma yaslayıp derin bir nefes çekiyor. Gözlerimde canlandırmaya çalışıyorum, öfkeyle. On dört yaşında bir kız çocuğunun başına gelenleri. Bir an kafasını kaldırıyor, gülümseyerek “onlar pepekeden  (şengallilerin bir kısmı PKK’ye ppk diyorlar) korkuyorlar” diyor. Hiçbir şeyden korkmuyorlar ama ppk’den çok korkuyorlar”. Sonra merakla “DAİŞ, YPJ’lileri öldüremiyor dimi” diye soruyor. Neyi sormak istediğini tam anlamıyorum. Açıklama gereği duyuyor anlamadığımı farkedince “o adam bana öldürdüğü bir kadının fotografını gösterdi YPJ’li olduğunu söyledi”. Sonra muzipçe gülerek “tabii ben inanmadım”. Bir de bunun için kavga etmiş o katille. “Yalan söylüyorsun bu zavallı bir sivildir beni kandırıyorsun YPJ’li değil” demiş. Bunun üzerine de dayak yemiş. Ama ısrarından vazgeçmemiş. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Ben de gülümsüyorum. Siham’ın gözünde YPJ’liler DAİŞ’in eliyle öldürülemez kahramanlar olarak görülüyor. Ne diyeyim, onun hayal dünyası ve inandığı şeyleri kırmak istemiyorum. Değil mi ki bunca acıyı ve inançları için gördüler. Nasıl inanmak istiyorsa varsın öyle inansın.

Arada dönüp küçük Mardin’e kızıyor sürekli Arapça ilahiler okuyor diye. Bir şey olmaz diyorum ama sinirleniyor. “yeter onların diliyle konuşma” diyor, kulaklarını kapatarak. Mardin muzipçe devam ediyor ilahi söylemeye. Halime izah etme gereği duyuyor. “Onlara hep Kuran okutup, eğitim veriyorlardı. Korkudan hepimiz Kuran okuyup namaz kılamak zorunda kaldık”. Seni nasıl çocuklarından ayırmadılar diyorum Halime’ye. Halime onlara kırk yaşında olduğunu söylemiş evlendirmesinler diye. “Yaşımı büyük söyledim ki sadece hizmetçilikle sınırlı bıraksınlar, evlendirmesinler. Ama kızları mahvediyorlardı. Kaç kez müdahale ettim, daha ergenlik çağına girmemiş kızların evlendirilmesi günahtır dedim. Ancak  dinlemiyorlardı, insanlık yoktu onlarda. Ben ve çocuklarım onların köleysiydik, hizmetlerini yapıyorduk” diyor. O arada dikkatimi çekiyor Melek’le Leyla sürekli ellerini kaşıyorlar. Kabuk bağlamış ellerinin üzeri. Bulaşık yıkamaktan diye izah ediyor Halime. “Onlar hep bulaşık yıkarlardı. DAİŞ’in kadınları bize çok eziyet ederlerdi”. Yolda içeçecek bir şeyler almak için durduğumuzda dükkandan vazelin aldık. Kremi alıp o küçük ellerine sürüyorlar sırayla. Sonra geri vermek istiyorlar. Yok sizde kalsın diyorum. Melek annesine “anne bak elim yumuşak oldu, artık kaşınmıyor”diyor. Gülümsüyor Halime’de kızının mutluluğuna.

Siham geçtiğimiz kontrol noktalarının hepsinde tekrar tekrar soruyor, bunlar kime bağlı askerler? YPG yada Rojava asayişi diyince rahatlıyor ve şaşırıyor. Bu kadar geniş bir alanda denetimin YPG’de olmasından mutlu oluyor. Suriye siyasetinin karmaşası onun da kafasını karıştırmış. Tek tek soruyor her gücün durumunu, kimin iyi, kimin kötü olduğunu. Obama iyi midir?  ÖSO kötü müdür? Rusya iyi midir? Rejim kötü müdür? Bunların hangileri DAİŞ’i vuruyor. Kesin emin olduğu tek bilgi Türk Devleti’nin DAİŞ’le bir olduğu ve Barzani peşmergelerinin Şengal’i sattığı. En son kim DAİŞ’i vurursa iyidir diyor kestirmeden. Küresel hegemonya bu olsa gerek. Belki de kimse onlar kadar bu güç dengelerinin yaşamlarına yansımasını direkt hissetmemiştir.

Bundan sonra ne yapacaklarını soruyorum. Arkadaşlar ne derse öyle yapacağız diyorlar. Siz ne yapmak isterseniz arkadaşlar size onun için imkan yaratırlar diyorum. Önemli olan sizin kendiniz için ne isteğiniz diyorum. Biz Şengal’de kalmak, kendi kültürümüze, dinimize dönmek istiyoruz diyor Halime. Ben de en iyisinin bu olduğunu söylüyorum. Şengal’de görüşürüz diyorum. Hep birlikte el sallayıp görüşürüz diyorlar.

Umarım şengalde görüşürüz diye geçiriyorum içimden. Onlar acılarının çarelerini kendi topraklarında ve kültürlerinde bulurlar çünkü. Ne yazık ki DAİŞ’in elinden binbir zorlukla kurtulan bir çok kadın ve çocuk aileleri KDP denetimindeki mülteci kamplarında olduğu için önce güney Kürdistan’a oradan da Avrupaya çıkarıldı. Rehabilitasyon ve psikolojik destek adı altında uluslarası projelerle bu kadınlara yardımcı olunduğu söylense de benim kanaatim bu kadınların başka bir biçimde kaçırılmasıdır. Bir de bunun bir lütuf gibi sunulması da bir başka algı operasyonu. Şengalli kadınların kendi topraklarında acılarını kendi özgüçleri ile saracakları imkanların yaratılması gerekir. Bir daha bu acıların yaşanmasının önünü alacakları özsavunma ve öz örgütlenmelerini yaratarak. Toplumlarından ve saldırıya uğrama nedeni olan kültürlerinden koparılıp, onları “normalleştiren” rehebilitasyon merkezleri onları ancak daha fazla yaralar ve yabancılaştırır.

Bunları da beğenebilirsin