Kökleriyle Buluşan Nujiyan

Hêja Zerya

Kökleriyle buluşan Nujiyan, Êzidxan’da kökleşti!

Êzidîler bu coğrafyanın en kadim inançlarından ve kültürlerinden olduklarını biliyor, hissediyor ve yaşıyorlardı. Titizlikle korumak için, kendi içlerinde gizli tutarak tüm ritüellerini ve ibadetlerini yerine getirmeye çalışıyorlardı. İktidarcı sistemin içine sızdığı bütün düşünce, yaşam ve mücadele alanlarını kendine benzeştirdiğini, özünden kopardığını veya koparmaya çalıştığını, koparamadıklarını katlettiğini acısıyla yaşamışlardı. Fermanlar bunun özetiydi. İktidarcı İslam’ın başlarına neler getirdiğini, Melek-ê Tawus’u çalmak, yok etmek istediklerini biliyorlardı. Bu saldırının DAİŞ adı altında hala devam ettiğini yeni bir fermanla yaşadılar.

DAİŞ’i yaratanlar da kendi halinde, kimseye zararı dokunmayan, titizlikle inanç ve kök kültürlerini yaşamaya çalışan Êzidîleri niye hedeflediklerini, yok etmek istediklerini çok iyi biliyorlardı. Bu kadar ısrarcı olmalarının, sonuç almak için bin bir yöntemi denemelerinin ardında yatan gerçek budur. Daha önce göç ettirdikleri yetmemişti, topraklarından kopararak, yeniden göç yollarında ölümün her çeşidiyle karşılaşmanın hikayeleri hazırlanmıştı. Êdizîlere sadece bu hikayeyi yaşamak kalıyordu. Durup dururken ta Kanada’nın göç edenleri kucaklayacağını açıklaması boşuna değildi. Bir yandan tecavüze uğratılırken diğer yandan Sakharov ödülleri verilen kadınlar aynı failin mağdurudur. Ortadoğu diye kendilerinin adlandırdıkları topraklarda bu kadar ‘ekonomik talan alanı’, ‘uçsuz bucaksız yerler’ varken, neden Şengal gibi neredeyse sadece bir inanç merkezine dönüşmüş, azalan sayılarını bunun etrafında korumak isteyen Êzidxan bu kadar önem taşıyordu. Irak’a girip, nasıl çıkacağını bilemeyenlerle; yedi yıllık bir soruşturmanın ardından, utangaçça ‘Irak’a askeri müdahale yanlıştı’ diye, zaman aşımına uğrayan bir itirafta bulunanlar, aynı hataya düşmemek için DAİŞ’i yarattılar.

Êzidîler neden şeytan ve lanet kelimesine bu kadar tahammülsüz, hakaret olarak görüyor, kavga gerekçesi sayıyorlar? Şeytan, tanrıyı dinlemeyen kadındı, yine ilk lanetlenen, cennetten kovulandı, Lilith’di. Bu kadar fermana ve asimilasyon operasyonlarına rağmen, Êzidî kadınlarının duruşlarındaki asaleti, kendine güveni, cesareti görmediniz mi? Gözlerindeki yaşam ışığını, yüreklerinde tükenmeyen özgürlük aşkını hissettiniz mi? Lilith ve şeytanı neden korumak istiyorlar? Kendi inançlarının sırları kadınlarda saklı, anlatmıyorlar, yaşam düzenini, inanç sistemini kıskançlıkla koruyorlar. Sadece kendilerinin kök olduğunu, insanlığın kökünün korunduğunun bilgisini paylaşarak, öze işaret ediyorlar. Kapitalist modernitenin parçalayıp bitirdiği, sistemin bütün ihtiyaçlarına amade yarattığı insan olmaktan çıkmış insana özlerini ve köklerini hatırlatıyorlar. Bu sistem dışı olmaya devam etmek anlamına geliyor. İnsanın her hücresinde iktidarını kurumlaştırdığına kani olanların, bu aykırılığı kabul etmeleri mümkün müydü?

Fermanı sonuçlandıramayanların operasyonlarını yenileme girişimlerinde, yine önce kadınları hedef aldıklarını hatırlatıyorlar. Bu ısrarın, bu kinin, bu intikamın nedenlerinin erkek egemen sistem ve çağdaş rahiplerinde aranması gerektiği aşikardır. Êzidî kadınları kaçırıp çağdaş köle pazarlarında satmaları, tecavüz etmeleri, insani onurlarını ayaklar altına alan her tür saldırıyı gerçekleştirmeleri yetmemiştir. Bu, anatanrıça kültürünü alt etmek isteyen mitolojik zamanların, tanrı-tanrıça çatışmalarıyla özdeş tarihin güncellenmesi durumudur. Bugüne bakarak; o gün bütün görkemliliğiyle toplumsallığını binlerce yıldır örgütlemiş, özgür yaşamın, kültürün, inancın ana toplumunun nasıl bir direniş içinde olduğunu düşünüyor insan. Bu görkemin, bu yaşam direngenliğinin, bu kökün yaşatılmasına duyulan kin, genlere işlemiş egemen erkeklik ve birlikte büyüdüğü-büyüttüğü devleti, iktidarının kini, öfkesidir.

Nujiyan ve Nazê bunun için katledildiler. Nazê bu kökü korumak, asıl lanetli sistem kadınını aşmak, kendini bulmak ve yüceltmek isteyen kadın kimliğidir. Nujiyan bu kökü görmüş, yakalamış, yaşarken onuruna, gururuna, sevgi ve aşkına erişmiş kadın kimliğidir. Direniş ve özgür yaşam kimliğidir. Baştan sona sistem karşıtıdır, kadın özgürlük ideolojisiyle en sade biçimiyle bütünleşmiş, ekmek su kadar ihtiyaç olduğunun derin bilincini edinmiş, Lilith’leşmiş kadın kimliğidir. Taşlanmaları, kurşunlanmaları bu nedenledir. Beynine sıkılan kurşun, beyninden vurulan Tiamat’ı hatırlatır. Tanrıça Tiamat bu toprakların ürünü Star tanrıça kültürünün sürdürücüsü ve simgelerindendir. Erkek egemen sistem, kadın sistemine ve yarattığı değerlere, yasalara el koymak istediğinde; kadını bu yaratımların kaynağı beyninden, özgürlük ve sevgi kaynağı yüreğinden ve varlığını sürdürmenin, yaşamın kaynağı olan rahminden vurdu. O gün oklarla bugün kurşunlarla vuruyorlar. Demire karşı toprakta, taşta ısrar eden kadın kültürünün, bu öldürücülük ve silaha karşı duruşuyla bağını kurmak önemlidir. Demirin bulunması, işlenmesiyle dünya-insanlık, öldürücülüğün sistemli hale gelmesiyle, savaşlarla tanıştı. Öldürmek özel bir uğraş, iş, bir varlık biçimine dönüştü. Yaşam ve yaratıcıları, toplum ve sürdürücüleri tehdit olarak görüldü.

Nujiyan böyle bir yaşam ve toplumsal aşkın emekçisi olarak dağlarda, ısrarla Şengal’deydi. Yaşamın, toplumsallığın direniş damarının, özgürlüğün sesi olmak, ona bir kimlik, kişilik kazandırmıştı. Öyle sade, öyle emekçi, öyle uyumlu, üretken olması bundandı. Yoldaşlığın sevgisi, emeğin mütevazılığı, güzelleştiriciliği az insanda böyle uyumlu, örgütlü bir duruş yaratır. Demek ki, böyle şekillenmişti, aile çevresi anlatımlarında, ondan incinen bir kimsenin olmadığını söylüyor, bu bir yaşam biçimiydi. Bu öz, bu sevgi, bu saygı, insana, kadına bu duyarlılık, onu özgürlük ideolojisi ve mücadelesiyle buluşturdu. Canlı kalkan olma kararlılığı bunun bir anına yansıyan, daha ileriye taşıyan mücadelecisi olma anlamını taşıyor. Özü mekanıyla buluşuyor, özgürlük saflarıyla bütünleşiyor. Kesinlikle Nujiyan’ın ve Nazê’nin katledilmesi tesadüfi değildir, kadınlar bu fermanda bilinçli, özel planlı tarihsel bir intikam operasyonunun gereği katlediliyor, yok edilmek isteniyorlar. Toplumsallığın yaşayan damarına, direngenliğine işaret ettikleri için, özel olarak hedefleniyorlar. Tecavüzle ve köle pazarlarında satarak başaramadıkları boyun eğdirmeyi, suikastle beyinlerinden vurarak, katlederek başarmak istiyorlar. DAİŞ-KDP-TC yöntemi ve onları öne sürenlerin sistemli yöntemleri bunu gerektiriyor ve ortaklaştırıyor.

Nujiyan’ın yaralandığı saldırıda şahadetler ve çok sayıda yaralı vardı. Bir YBŞ savaşçısı hala yoğun bakımda yaşam mücadelesi veriyor. Hasekê’de kaldıkları hastanede ziyarete gittiğimizde, direngenliğine, inatçılığına, bitmez tükenmez enerjisine yorarak “Bunu da atlatacak” diyorduk. Yaşama ve özgür dünyaya olan inancını, özlemini kanıtlarcasına 3 Mart’tan 22 Mart’a kadar direngenliğini sürdürdüğü bu zamanda gözleri inadına açık ve kadın için varlık ve özgürlüğün sembolü gibiydiler. Bizim için yirmi günle dilimlenmiş, bölünmüş bir zaman tarifi olan bu sürenin, onun için hangi zamana denk geldiğini söylemek mümkün değil. Onun için zaman başka aktı. Bütün ömrü aktı o yarı açık gözlerinden, bütün evren yaşamı ve sonsuzluk aktı. Gitti geldi, gitti geldi başka zamanlara, mekanlara ve hikayelere. En sonunda başka bir zamana ve mekana ulaştı. Yaşıyor kesin. O direngenliğiyle yaşıyor, yaşayacak.

Beyin fonksiyonlarının durması ardından bir süre cihazlara bağlı kaldı. Bu süre içinde 19 Mart’ta bütün yasakları, engelleri aşarak yanına ulaştık, başka arkadaşların da aşıp ulaştığı nadir zamanlardan birini de biz yaşadık. Beynimize, yüreğimize kazınsın, tüm gidenler gibi o da unutulmasın diye, yanında olamadığımız tüm gidenleri onda görmenin özlemi ve umuduyla ulaştık. Aralık gözlerinden yaklaşanları hissetmenin gözyaşları akıyordu. Sürekli açık kalan gözlerinin yaşarmasına eklenen hislerin yaşlarıydı bunlar. Seslenmek komada olanların kendine gelmesinde bazen mucizevi etkileri olan bir rol oynar, bilgisinin büyüsüyle seslendik Zozan’la birlikte. Ulaşmak istedik özgürlük kokan diyarlarına, sevgi kıvrımlarıyla örülü beynine, yaşam dolu yüreğine. O sessiz ve sabit bedende öyle hissiyatla çarpan bir kalple karşılaştık ki, onun yanında kesinlikle ağlamamanın duygusuyla zor tuttuk kendimizi. Yaşam dolu kalbi direniyordu, hissediyordu, kadının sezgiselliğinin binlerce yıllık birikiminin heyecanıyla kalp atışları öylesine yükseliyordu ki, bu başka bir şeydi. Çok güçlü hislerle dolu bir kalbi vardı, şahadetinden önce defalarca kalp krizi geçirmiş, kendine getirilmişti. Öyle kolay gitmedi, tüm gidenler gibi. Emekçi, yaşamı işleyen ellerine dokunduk, hislerimizi buluşturmak, ortak dünyalarımızı çoğaltmak için. Dışarı çıktığımızda, defalarca o pencerenin ardından baktık, son kez bakar gibi. Birbirimize göstermek istemediğimiz gözyaşlarına boğulduk. Belki kendimize, birbirimize söylemedik, söylemeye cesaret edemedik, ama ağırlaşan havasından, şişen bedeninden, hafif renk değişikliğinden bir şeylerin iyi gitmediğinin farkındaydık.

Yeni mekanı Şengal şehitliği olacaktı. Burada yaşananları tüm yüreklere ulaştırmanın aşk işçiliğine koyulmuştu çünkü. Hasekê’den konvoyla yola çıktığımızda, tüm yoldaşlarıyla, halkıyla uzun bir yolculuğa koyulmuştu Nujiyan. Konvoy esnasında bir erkek arkadaşın da iki gün önce hastaneye getirildiğini ve şehit düştüğünü öğrendik. Nujiyan ve Ferhat yoldaşlara birlikte eşlik ettik. Yol boyu direniş izlerinin tükenmediği yollardan geçtik. Hendeklerin kazıldığı mevzilerin ardı arkası gelmiyordu. Savaşa alışkın bu coğrafyanın başka bir direniş öyküsü yazılıyordu bu zamanlarda. Rojava’da bir devrim gerçekleşmişti, ama savaş devam ediyordu. Rojava devrim ruhuyla sardı yoldaşlarını, aynı ruhu Şengal topraklarıyla buluşturdu. Xane Sor’a girdiğimizde, her elektirk direğinde bir direnişçinin ölümsüzleşen fotoğrafına bayraklar eşlik ediyor, bu mekanları gerçek aydınlatıcıların onlar olduğunu anlatıyordu. Bu topraklar tarihiyle buluşmanın güzelleşen, çiçeklenen baharına durmuştu. Nujiyan da bu direnişin, bu tarihin bir parçası olarak Newroz’u yaşamadan ayrılmak istememişti bu diyardan. 8 Mart’ta kadın doğasına,  direniş rengine; 21 Mart’ta canlanan, yenilenen doğaya, bereketle akmış, Newrozlaşmıştı. Kürdistan’ın dört parçasında görkemli bir Newroz kutlanmıştı. Bereket ve direniş baharlaşıyordu. Kuzey suskunluğunu bozmuş, direnişte ısrarı haykırmıştı. İlk kez Rojhilat’tan köklü bir kültür direnişçiliği varlığını böyle görünür kılıyordu. Bütün DAİŞ saldırganlığının inadına, Rojava devrim ve direniş ruhunun görkemli Newrozlarından birini daha karşılıyordu. Yoldaş Nujiyan ve Ferhat böyle bir devrim baharında, direniş havasında ve Kahramanlık Haftası’nda, 25 Mart’ta yeni bir yolculuğa koyuldular.

Hasekê’den küçük bir taş almıştım yerden, konvoyun oluşmasını, Nujiyan’ın gelişini sabırsızlıkla, zorlukla beklerden. Taşlara, renklerine, biçimlerine hayranlıkla, doğanın başka bir dile gelişi olarak, başka bir anlam biçmekten kaynaklı geçtiğim her yerden bir iz olarak biriktiririm. Anlam biriktirmenin bir biçimi olarak; anlamı çoğaltma, doğayla kopan bağımıza, canlıcılık zamanlarının hissiyatına erişme umudu, arayışı olarak yanımdalar. O gün Hasekê’den o minik beyaz taşı Nujiyan için aldım. Defalarca içimden geçti mezarına gömeyim diye, ama yapamadım, yaparsam Nujiyan’ın bizi böyle bırakarak gidişini kabullenecekmişim gibi geldi. Bir de biriktirdiğim taşları hep yaşayanlara yoldaş olsun diye paylaşmıştım. Nujiyan’la da paylaştığım gibi. Bu biçimine hiç hazır değildim ve bırakmadım, sakladım yanımda o beyaz ve içinde toprağın büyüsünü taşıyan çizgilerle bezenmiş güzelliği. Uzun bir konvoyla, yine taşlı, tozlu, direniş mevzileri, asayiş kontrolleriyle dolu uzun bir devrim yolunda yavaş ilerliyorduk. Toroslar’dan, Zagroslar’dan Artos’a, Ararat’tan Şengal’e, Rojava’ya bir yol döşenmişti. Çöllerden, uçsuz bucaksız kurak topraklardan, Hol’den ve yanında oluşan kampın uzaktan kendini gösteren çadırlarının biriktirdiği acılardan, tarihin sayfalarından geçiyorduk. Kuru topraklarda direniş lalelerine tanıklık ettik. Bu laleler ki, susuzluktan çatlamış toprakların son bir haftadır yağan bahar, yaşam yağmurlarını hemen fırsat bilip kan kırmızı çiçekleri ve yeşil yapraklarıyla küçücük de olsa topraktan fırlamışlardı.

İnsanı hayrete düşüren bir kızıllıkta ve direnişteydiler. Kupkuru çöl gibi bu toprakta bir çiçeğin yeşereceğine inanmak zordur. Kadınların çiçeğe benzetilmesine bütün direnen, devrimci kadınlar karşıdır, karşıyız, ancak bu laleler ve direngenlikleri, “Kesinlikle biz bu yaşam ve direniş kokan çöl laleleriyiz” dedirtiyordu insana. Nujiyan bu lalelerin en güzellerindendi. Onun yaşam, mücadele direnişi, dağlarda onlarca yıl direnen gerilla, direnen kadınlar bu çöl lalelerine benziyordu. Yaşam her yerde filizlenebilir, ardına düşmesini,  anı değerlendirmesini bilene. Güzellik her yerde yaratılabilir, ilmik ilmik yaşamı, özgürlüğü örmesini bilene. Tıpkı Nujiyan gibi; nu, Kürtçe’de ve Aryenik dillerde ‘yeni’, jiyan ise yaşam anlamına geliyor. Bütün dillerde dişil olan, kadın olan, yaratan, üreten, hiç durmayan sürekli akan, akışkan bir enerji yaşam! Nujiyan; yeni yaşam anlamına geliyor. Yeni, eskiye benzemeyen, tüm geriliklerden, kölelik-egemenlik dünyalarından köklü kopuşu anlatan yeni yaşam anlamına geliyor. Nujiyan yoldaşın, Tuba isminden Nujiyan’a geçişi böyle köklü bir kopuş ve kararlılık, bilinçli, özenle seçilmiş bir tercihi anlatır. İsmine göre yaşayan, yaratan, özgür yaşam aşkıyla tutkuyla yürüyen, büyüyen ve kendini çiçeklendiren bir devrim emekçisi.

Daha sonra mor çiçekler, aynı direngenlikle küçük yeşil otların arasından fırlayarak kendini gösteriyor. Kadın direniş geleneğinin rengi. Devamında bildiğimiz bembeyaz papatyanın çöl papatyası olarak nasıl zorla, direngenlikle kendini varlaştırdığına tanıklık ediyoruz. O kocaman papatyalar çorak topraklarda, zamana ve mekana uyarlanarak kendini yaşatmanın, varlık biçimi olarak direnişi teşvik ediyorlar. Zor koşullarda daha anlamlı, daha özgürlükçü yaşam, duygu ve mücadelenin gelişmesinin timsali gibiler. Varlar, var olacaklar. Kesinlikle çöl çiçekleri olduğumuza, doğayı, yaşamı, kadını, erkeği, ancak özgürlük, güzellik duygularıyla çiçeklendirerek bu kurak, yaşamın kurutulduğu topraklara can vereceğimize inanlarız. Anlam dünyasını çiçeklendirmek, baharlaştırmak, Nujiyanlaşmak gerek!

Çöl laleleri, direniş çiçeklerine  ve baharlaşmaya karşı, çöl kraliçelerinin canlandırılmak istendiği bir dönemden geçiyoruz. 2015 yapımı ve ‘Çöl Kraliçesi’ adını taşıyan bir Hollywood filmi var. Film bir İngiliz ajanı kadının 1900’lerin başındaki hikayesini konu ediniyor. İngiltere’den Tahran’a, Şam’a, oradan Arap çöllerine, bedevi mekanlarına uzanan ve Osmanlı topraklarını paylaşım iştahına dayanan bir arka plana sahip. Filmin tek başrol oyuncusu Nicole Kidman, diğerleri yan figürler, ama hepsi ajan ve sömürgeci İngiliz devletinin 20. yüzyıl kurgusunun figüranları, Arabistanlı Lawrence gibi. Neden böyle bir dönemde; duruşu asalet değil devlet soğukluğu, donukluğu yansıtan, duygu değil kurnazlık, mekaniklik timsali, erkek aklının ürünü ve koşulsuz İngiliz çıkarlarına bağlılığın sembolü bir kadının filmi yapılır. Modernitenin pazarladığı bu güzelliğin devlet ruhuyla ne kadar çirkinleşebildiğini kanıtlayan bir hikaye ve görünüm hakim. Devletli kadın dilinden, Ortadoğu kaosu, zenginlikleri, ele geçirilmesi gereken özgürlük ruhu ve yeni kuklaların kimler olacağı cümleleri dökülüyor. Milliyetçilik ve ulus devletin ömrünü uzatma arayışlarına işaret eden vurgularla dolu.

Direnen Kürdistan ve Ortadoğu kadınının karşısına böyle ucube bir devletli kadın çıkarılıyor. Kökün temsilcisi kadına, devletli olmak dışında bir seçenek bırakılmak istenmiyor. Yeni senaryolar eskinin izinde oluşturuluyor. Önce filmi çekiliyor, sonra gerçeği oynanıyor. Krallar seçiliyor, egemenlik alanları lütfediliyor, kadın eliyle bunun adım adım örülüşü anlatılıyor, aşk hikayelerinin süsüyle çekici kılınmak istenen bir gönül oyunu kurgulanıyor. İşte Nujiyan’lar bu oyunu bozan kadınların direniş hikayelerinin toplamı oluyor. Sade güzelliği, kocaman yüreği, direnişle adım adım örülen özgür yaşam umuduyla tüm egemenleri korkutan kadın hakikati canlanıyor. Nazê’ler bu canlanmanın toprakla buluşması oluyor. Çiçeklenen, baharlaşan, dağ ve çöl laleleri gibi kayalara, kuru çöllere inat yaşama duran direngen kadın hakikati korkutuyor. Yeniden ele geçirmenin en kirli ittifakları kuruluyor. Nujiyan’ların, Nazê’lerin korku salması, bu kirliliği pervasızlaştırıyor. Egemenlik tarihinin bütün kiri deşifre oluyor, derinleşiyor. Yerli işbirlikçiler ve küresel emperyalistler aynı ruhsuzluğun öldürücülüğünde, kıyıcılığında buluşuyor. Direnen kadının, kültürlerin, inançların karşısına; bütün endamıyla sinema pazarlarında parlattıkları kadın tiplemesini ve emperyalist hayalleri çıkarıyorlar. Onlar hayallerini kursunlar, yeni kralların gölgesinde çöl kraliçeleri yaratsınlar; Nujiyan’lar özgürlüğün tılsımını yaşamla buluşturmaya, direnişle örmeye, çöl tanrıçaları, laleleri, papatyaları olmaya ve insanlığın bahar zamanlarını yaratmaya devam edecek.

Bu filmde Kürtler en kadim halk ve demokratik uygarlığın direngen damarı olarak tek bir cümlede geçiyor ve önemsiz gördükleri düşmanlara yem olarak bırakılıyorlar. Adından bile bahsedilmesi gerekmeyen küçük bir sorun! Bugün de aynı plan, fazlasıyla işliyor. Özgür iradesini açığa çıkarmış Kürt temsili, hiçbir küresel masada yok, gizli odalarda konuşuluyorlar. Nujiyan’lar bu masaları devirenler, bu planları deşifre edenler olarak, bu kadar kine, saldırganlığa maruz kalan yaşam ve direniş abideleridir. Bütün oyunları, gizli, açık ortaya çıkaran ve aşanlardır. Onların yaşam, mücadele azmi ve biçimlerinin özgürlük umudu ve ruhu taşıyan bütün kadınlara esin kaynağı olacağı kesin. Böyle bir inanç ve kararlılıkla bugünleri, devrimleri, özgürlük kültürünü yarattılar, özgürleşen toplumun aydınlık yollarını döşediler. Bu yolu takip edecek; tüm oyunları, kurnazlıkları, ihanet tarihini alt etmek adına, yol alacağız. “Mutlaka kazanacağız.”

Bunları da beğenebilirsin